Herkes uzman olduğu alanlarda nesneleri, olayları okur ve değerlendirir. Laboratuvardan çıkan bir tahlilden bir doktor neler çıkarır neler? Mimar taşı okur, güzel kaşı okur, gassal naaşı okur, görüneni okumak başka, görünene okumak başka. Bir de tasarım ve hayalden okumak var.
Ölüm demez yiğit koca
Gelir bir gün ya bir gece
Eli kazmalı bir kişi
Kazar bir gün demedim mi?
Türk edebiyatından batı edebiyatından çok şey okudum ama Bediüzzaman’dan daha harika tabiat okumaları görmedim. Kur’an’ı da okur, onun açılımı olan kainat kitabını da okur. Dekart kainat kitabının da okunması gerektiğini söyler, Schopenhavr kainat bir musiki topluluğu gibidir, ne harika şeyler söyler durur. Bu karamsar filozofu sevmezdim ama bu sözünden sonra sustum.
Süs ve tezyinin batı sanatında felsefesi yapılmış ama bizde yapılmamış desem buhtan olmaz. Peygamberimiz (asm) kainat kitabını okur “Allah’ım bana ne güzel bir ev yapmışsın” dermiş.
Bir önceki yazımda verdiğim üçüncü estetik ayet şöyle: ”innacaelna maalelardi zineten leha liyeblüveküm ahseni amela“ (ben arzı süsledim ona bakıp siz daha güzel şeyler yapasınız diye.) Ölümü, hayatı, arzı, semayı yaratmak daha güzel şeyler yapmak için ama süslü yaratmak da amelini süslemek ve güzel şeyler yapmak için. Kur’an’daki kelimelerin açılımı yapılmamış, aşağıdaki cümlede lambalar hem lamba hem de süstür, tezyinattır. Yani biz o süsten etkilenelim süslü işler yapalım diye.
Bu muhteşem saray-ı kâinatın damı, gayet intizamlı, mizanlı, hadsiz elektrik lâmbalarıyla tezyin edilmiştir. Fakat o kadar harika bir intizam ve mizanladır ki, başta güneş olarak, küre-i arzdan bin defa büyük o semâvî lâmbalar, mütemadiyen yandıkları halde muvazenelerini bozmuyorlar, patlak vermiyorlar, yangın çıkarmıyorlar. Sarfiyatları hadsiz olduğu halde, vâridatları ve gazyağları ve madde-i iştialleri nereden geliyor? Neden tükenmiyor? Neden yanmak muvazenesi bozulmuyor? Küçük bir lâmba dahi muntazam bakılmazsa söner. Kozmoğrafyaca, küre-i arzdan bir milyondan ziyade büyük ve bir milyon seneden ziyade yaşayan güneşi kömürsüz, yağsız yandıran, söndürmeyen Hakîm-i Zülcelâlin hikmetine, kudretine bak, "Sübhânallah" de. Güneşin müddet-i ömründe geçen dakikaların âşirâtı adedince "Mâşaallah, bârekâllah, lâ ilâhe illâ Hû" söyle.
Lambayı tezyinat olarak okumuş sonda o süsten insana ibret dersi çıkarmış. İnsanların ömrü süslenmekle geçiyor, aynanın karşısında geçen saatler, güzel görünmek için.
Tezyin ve süs kelimeleri Risalelerde çok geçiyor neredeyse bir kitap olacak kadar. Tezyin, müzeyyen, tezyinat, tezeyyün daha başka müteradifler de var. Ama bunların kaynağı mukaddes kitabımız. Şurası muhakkak Allah yarattıklarının hepsine itina göstermiş sadece yaratmamış bir de süslemiş. Kuşlara bak sanki bir resim atölyesinde renklendirilmişler, o kadar rengi karıştırmadan bir küçük kuşun vücudunda yerleştirmek, Ressam-ı Ezeli’nin işi. Allah kainatına çirkin şeyleri koymuyor “benim kullarım güzel şeyleri görsün” diyor. Onların evini süslü görmesini istiyorum.
Çirkin yok ki zaten bize göre çirkin, ama çirkin çok zaman banal telakki edilmiş. Bediüzzaman ise çirkini vahid-i kıyasi olarak yorumlamış. Bu yorumu bir ihtilal estetik tarihi bilen anlar. İnsandaki alet-i tenasülü hicap olarak söyler ama hayata dönen gayelerini nasıl kutsar Bediüzzaman. Şeytan hep çirkin değerlendirilmiş ama Bediüzzaman onu da yaratılış açısından yorumlamış ve “şeytanın hilkatinde cüzi şerler olmakla beraber, yaratılışa dönük büyük gayeleri vardır” der. Gel de selam durma. Bir büyük yazara bunu söyledim, halen yazar, hayret etti “onu nerde söylüyor” dedi ama unuttum ben de şimdi adını.
Gelin şu kitaplarda ayrıntıda derinleşelim dedik, kimse yok, bir emekli “Risale-i Nurun izaha ihtiyacı yok eserler kendini izah ediyor” diyor. Ders yaparken kelimeyi soruyor, daha nice adamlar okudukları adamın kelime dağarcığından haberi yok.
Çocuk açmış babası git fırını seyret, meyve istiyorum demiş git bağı seyret, gelmiş ne yedim ne de doydum, okuma seyret ahirette doyarsın.
Bak ağaca nasıl bakıyor. “Bir ağacı meyveleriyle tezyin ve tanzim ettiği gibi” diyor. Yani meyve yeninceye kadar ağaçlarda bir süs aracı, sonunda da yemek için. Isparta’da ayva ağacı sarı sarı ayvalar her gün gidip gelirken seyredip gaşyolurdum. Birgün baktım ayvalar ayvayı yemiş sordum ne yaptınız onları dediler abi vakti geldi hasat ettik, ya benim hasadım ne olacak bitti. Dedim onların parasını vereydim tek dallarda kalsaydılar, zamanında deseydin ya dediler. Bediüzzaman gelen meyveleri yemek bekletir askıda sonra bozulunca indirin yiyin dermiş, ne adam yahu. Dallarında çiçekleri, meyveleri seyreder “Sungur ben bunları yüz sinema, tiyatroya değişmem” dermiş. Bir adam Bediüzzaman dedi diye imamlıktan oldu.
Necip Fazıl şöyle demiş:
Çocukken derdi ki dadım çoğu gitti azı kaldı
Büyüdüm ihtiyarladım çoğu gitti azı kaldı.
Namık Kemal de böyle diyor:
Ölmeden görürsem millette ümid ettiğim feyzi
Yazılsın sengi kabrime vatan mahzun ben mahzun.
Yunus, Mevlana, Yesevi kitaplarda, bir şey yok kafalarda, gelin bizim mezara da bağırın abi kitaplar artık sınıflarda, masalarda.
Kainat sarayı da tezyin edilmiştir. “Bütün âsâr-ı medeniyetle tekmil ve tezyin edilmiş, hâli bir sahrâda kurulmuş, yapılmış bir saray”dır bu kainat.
Akif Ressam-ı Ezeli diyor bak Bediüzzaman da aynı vadide söz ediyor kalem gezdiren tezyin diyor. Bir kaşı düzeltmek için kalemle ne kadar oynar bayanlar, Allah da varlıkları kalemle çiziyor, bak öyle diyor.
“ve semavatın yaldızlı yüzünden ve zeminin ziynetli yüzünden tâ çiçeklerin süslü yüzlerine kadar kalem gezdiren tezyin.” Ama ne büyük kalem hem semavatı süslüyor, hem çiçekleri. Ne kalem ama…
Aşağıdaki cümlede çiçeğe nasıl bakmış. “Süslü, cezaletli çiçek” diyor. Süsü anladık da cezaletli nasıl oluyor, ona soralım.
“Çünkü bütün meyvedar ağaç ve nebatlar; mîzanlı ve fesahatli yapraklarının dilleriyle ve süslü cezaletli çiçeklerinin sözleriyle ve intizamlı ve belâgatli meyvelerinin kelimeleriyle beraber, müsebbihâne şehadet getirdiklerine ve Lâ ilâhe illâ Hû dediklerine delâlet ve şehadet eden üç büyük küllî hakikati gördü.”
Aşağıdaki cümlede de tezyini rahimane olarak yorumlamış. Yani çirkin görünmesini istemiyor rahmeti müsaade etmiyor, kelimeye bak etraflılığa bak bir de bize bak.
“İkincisi: Tesadüfe havalesi hiçbir cihet-i imkânı olmayan kastî ve hakîmâne bir temyiz ve tefrik, ihtiyarî ve rahîmâne bir tezyin ve tasvir mânâsı ve hakikati, o hadsiz envâ ve efratta gündüz gibi âşikâre görünüyor ve bir Sâni-i Hakîmin eserleri ve nakışları olduklarını gösterir.”
Şimdi harika bir tabiat okuması ikinci hakikatte. Ayağa kalkın üdeba Allah’ın yarttığı nasıl okunur bir düşünün.
Huriler gibi süslüyor ağaçları benzetmeye bak. Onları süslemesi ve bize garson gibi hizmet ettirmesi okumaya bak arkadaş okumaya. Sonra o süslemelere murassat diyor bir kelimeyi mukabilleri ile bir aileye çevirmiş ne denir, helal olsun sana kalem kağıt. Bizim kalemler bizden davacı olacak herhalde.
“Meselâ, o rahmet, her baharda umum ağaçları ve meyveli nebatları cennet hûrileri gibi giydirip, süslendirip, ellerine her çeşit meyveleri verip bizlere uzatıp "Haydi alınız, yiyiniz" dedi.
Bahar mevsiminde, cennet hurileri tarzında bütün ağaçları sündüs-misal libaslarla giydirip, çiçek ve meyvelerin murassaatıyla süslendirip hizmetkâr ederek onların lâtif elleri olan dallarıyla, çeşit çeşit, en tatlı, en musannâ meyveleri bize takdim etmek; hem zehirli bir sineğin eliyle şifalı, en tatlı balı bize yedirmek; hem en güzel ve yumuşak bir libası elsiz bir böceğin eliyle bize giydirmek; hem rahmetin büyük bir hazinesini küçük bir çekirdek içinde bizim için saklamak ne kadar cemil bir kerem, ne kadar lâtif bir rahmet eseri olduğu bedaheten anlaşılır.”
Giydirmek, süslemek, eller ile uzatmak, cennet hurileri, sündüsmisal, libaslar, murassaat, musanna meyveler, takdim etmek… Daha ne güzel sanat kelimeleri. Okumak var okumak var. Değil mi Himmet okumak var okumak var. Seni anlatamadık, kitaplar bizden davacı…