Cenab-ı Hakk, kainattaki her bir şeye çok gayeler takmış. İnşallah İsm-i Hakem’e dair bir makalede bunun üzerinde dururuz. Bu gayeler içinde en ehemm olanı ‘görmek ve görünmek istemesi’ sırrı. Evet Sani-i Hakîm zerreden şemse, semadan arza, insandan cemadata her nev mahlukatında kendisini tanıttırıyor ve sevdiriyor. Kainatın yaratılış hikmetlerinin başında ‘görmek ve görünmek istemek’ sırrı geliyor. “Gizli bir hazine idim. Bilinmek istedim, mahlukatı yarattım” hadis-i kutsî de görünmek istemek sırrına bakıyor.
Elbette burada iki mesele var. Biri, görmesi ikincisi ise görünmesi. İlki Cenab-ı Hakk’ın kendi nazar-ı dekaik aşinası ile görmesi, diğeri ise mahlukat ayinelerinde kendini göstermesi. Birincisinin mahiyetini bilemiyoruz. Cenab-ı Hakk’ın kendi Cemalini kendisinin seyretmesi yani adeta Cemal ile Basar sıfatlarının birbiri içinde inikas etmesi. Cemal’in mukabilindeki Basar veya Basar’ın mukabilindeki Cemal. Veya Cemal’İn gözünde Basar, Basar’ın gözünde Cemal…
Mahlukat ayinelerinde kendini göstermesi ise farklı farklı mertebelerde oluyor. İşarat-ül İ’caz’da fiili isimlerin kesretle tenevüü; Kudret-i Ezeliye’nin, kainattaki mevcudatın nev’ilerine, fertlerine olan nisbet ve taallukundan ileri gelir diyor. Fiilî isimler; Gaffar, Rezzak, Muhyi, Mümit gibi isimler.
Yine Esma’nın tecelli mertebeleri bir padişahın; askeriye, mülkiye gibi farklı dairelerde farklı farklı ünvanları bulunması misali ile anlatılmış.
Madem kainatın yaratılmasındaki gaye budur, öyle ise kainatta hiçbir şey yoktur ki bu manaya hizmet etmesin ve bu manayı göstermesin. “Göklerde ve yerde ve ikisi arasında ne varsa O’nu hamd ile tesbih eder” mealindeki ayet de buna bakıyor. Cüzî olsun küllî olsun; cüz olsun küll olsun her şey Vahid-i Ehad olan Sani-i Hakîm’ini göstermekte ve kabiliyeti miktarınca O’na ayinedarlık etmektedir.
Peygamberlerin ve Evliyaların ayinedarlıklarının ayrı ayrı oluşu ise zühre, katre ve reşha misalleri ile Yiymi Dördüncü Söz’de anlatılmış. Miraç Risalesinde ise Efendimiz Aleyhissalatü Vesselam ile sair peygamberlerin ayinedarlıklarının farkı izah edilmiş. Öyle ki her peygamber bir ismin arşında iken Efendimiz Aleyhissalatü Vesselam’ın tüm isimlerin arşında olduğu harika bir tarzda izah edilmiş.
Kainatın her bir zerresi bu kadar anlamlı iken ve bu kadar ulvî bir gayeye hizmet ederken en câmî ayine olan insanın hayatının Sani-i Hakîm’e delalet etmemesi hatta vuzuh ile O’nu gösteriyor olmaması mümkün müdür? Hele Kab-ı Kavseyn makamını düşünecek olursak insanların en ekmelinin nasıl ayine olduğunu görebiliriz.
Zerrelerden yıldızlara kadar her şey O’nu gösteriyor ve insan da en parlak ayine iken insanın sergüzeşt-i hayatı O’nu göstermeden olur mu? Karşılaştığımız büyük küçük hadiseler bize O’nu anlatmıyor mu? Her biri Rabbimizden bize birer mektub değil mi? Kainat sessizce bir konuşması ve konuşturması iken, bize her şey O’nu anlatırken yaşadıklarımız, hâlet-i ruhiyemiz, kabz ve bast hallerimiz, iç alemimizdeki baharlar ve kışlar O’nun Rububiyyetinin açık delilleri değil mi? Evet nasıl ki kainat başı boş değil ben dahi başı boş olamam. Nasıl kainatta tesadüf yok ise karşıma çıkan hadiselerde de tesadüf yoktur. Her biri İlahî programa göre Kudret kalemi ile yazılıyor ve İradeyi gösteren bir kasıt hükmediyor.
Kadere iman edenin kederden emin olduğu nokta da burası işte. Her şey O’nun kontrolü altında, öyle ise problem yok. Havf ve reca dengesinin dinamiğinde mütevekkil, müstağfir durabilmek. Sual ve dua, iltica ve tezellül, iman, şuur ve rıza ile mücehhez olmak.
Afakî tefekkür ile enfüsî tefekkürün buluşma noktası kadere iman rüknünü inkişafı mıdır? Ne dersiniz? Kainatta Vahidiyet tecellileri ile idrak ettiğimiz hakikati kendi ayinemizde Ehadiyet tecellileri ile derk ediyoruz. Eğer afaki tefekkürde derinleşsek kainat kadar dağılıyoruz. Hakikati görmeye kainat genişliğinde göz gerekiyor ama aynı hakikati enfüsümüzde tek bir ayinede, yani kendi mahiyet ayinemizde (hülasatül hülasanın on yedinci mertebesi) seyretmek bizi dağılmaktan ve kainatın derin derelerinde boğulmaktan ya da yüksek dağ başlarında mahsur kalmaktan kurtarıyor. Kendi mahiyetimi okuyamadığım, kendimi bilemediğim her nokta ise marifetullah seyahatimde karanlık dehlizler olarak kalmaya devam ediyor.
Evet, Risale-i Nur’un kelimeleri diyor üstad; işaret taşları gibidir. Bir manaya işaret eder, mananın kendisi değildir. O işaretlere bak (veya bas) ve onların götürdüğü yere git, mana orada. Kelimenin kendisini ayn-ı mana zannedersen manadan uzak kalırsın. (Allahu a’lem bu bizim yorumumuz tabi)
Manaya nüfuz edebilmek o manaya ihtiyaç hissetmekle mümkün oluyor. Ciddi bir ihtiyaçla alıp koynumuzda saklamadığımız manalar ise zamanla bizden tebaud ediyor. Hangi manalara ihtiyaç duyduğumuzu tesbit edip onlara müteveccih olabilmek, o manaları ürkütecek zulmetlerden uzak durmak ve hem kainatı hem kendimizi, hem hadiseleri Risale-i Nur ile okuyabilmek duasıyla… Allah’a emanet olunuz.