Hasediyle kendisini yaktığı gibi haset ettiği insanı da yakmaya azmeden İblis’in insana kurduğu tuzakların ilki, Kur’ân-ı Hakîm’in bildirdiği üzere, ‘yasak meyve’yle ilgilidir. Âlemlerin Rabbinin insan için bir sınanma sebebi olarak bir ağacın meyvesini yasak kılmasına karşılık, İblis Âdem’e ‘şeceretu’l-huld’un, yani ‘ölümsüzlük ağacı’nın meyvesi olduğu için bunun kendisine yasaklandığını; bu yasak meyveyi yemesi karşılığında ölümsüzlüğe kavuşacağını ona fısıldayacaktır.
Bakıldığında, İblis’in Hz. Âdem için kurduğu bu tuzağı, Âdem oğulları için de durmaksızın kurmaya devam ettiği görülür. Bir açıdan, tuzak hâlâ aynı tuzaktır. İblis ve avenesi, hâlâ daha, insanı ‘ölümsüzlük’ umudu üzerinden kandırıp Rabbinin rızası yolundan kaydırmaya devam etmektedir.
Nitekim, şu dünya imtihanında bütün insanların yüzyüze geldiği en büyük şeytanî tuzaklardan biri, bu fani dünyada gözünün önünde gerçekleşen bunca ölüme rağmen ‘hiç ölmeyecekmiş gibi’ yaşamaya devam etmesidir. Gözümüz önündeki ölüm tabloları sanki başkası içindir, sanki ölüm bizim semtimize hiç uğramayacaktır, sanki bizim için ölümsüzlük vaad edilmiştir; bu dünya hayatına tutunma biçimine, günlerini ve yıllarını yaşama biçimine bakıldığında, böyle bir tablo çıkmaktadır karşımıza.
İblis’in ‘ölümsüzlük’ zannı üzerinden kurduğu bu tuzak, insanın ölümü düşündüğü durumda dahi geçerlidir. Kendi ölümünü idrak ettiği durumda dahi, neslin devamıyla, ismini ve varlığını soyundan gelenler ile sürdürmüş olacağı düşüncesiyle insanı avutur İblis. Kendi hayatının faniliğini anladığı anda, insana, kendisinden sonra devam edip giden bir hayat çizgisi gösterir. “Ama hayat devam ediyor” tesellisini koyar insanın önüne. Çocuklarının, torunlarının, torunlarının çocuklarının hayatlarının da bir gün sona ereceğini düşündüğü anda ise, yeryüzünde hayatın ve bizzat yeryüzünün yerinde kalmaya devam edeceği bir gelecek tasavvuruyla, bir ‘adın ve eserin kalacak yadigâr’ vehmiyle insanı aldatır.
Faniliği aşikar bir dünyada ‘ilelebed payidar’ ülkeler tasavvur etmek, bu sebepten değil midir?
Ve yine bu sebepten, milyarlarca yıl sonra bile olsa güneşin de bir gün söneceğinin teknik hesaplamalarla apaçık ortada olduğunu öğrendiğinde, insanı bir hüzün hali kuşatır. Çünkü hiç sönmeyecekmiş gibi dünyanın tepesinde asılı duran güneş, bu haliyle, ‘ölümsüz,’ sabit ve kalıcı bir âlem tasavvuruna yol açmıştır insan için. ‘Ölümsüzlük’ umuduyla yasak meyveyi yiyerek yeryüzüne düşen insan, yine ölümsüzlük zannıyla yerin yüzünde kendisine bir sanal gerçeklik üretmektedir. Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşadığı, ölümü hatırladığında ise “Ama hayat devam ediyor” ve “Arkamdan adım anılacak” tesellisine sığındığı; ve her hâlükârda kâinatı sabit ve müstakar bir yapıda farzettiği bir sanal gerçeklik... dünyada hayatın sona erdiğinın ölümünü düşündüğü bir sanal gerçeklik...
Kur’ân’ın âyetleri arasında her sayfasında doğrudan veya dolaylı şekilde muhakkak karşımıza çıkan kıyamet haberleri, işte bu sanal gerçekliğin insanı asıl gerçeğin gafili olmaktan kurtarmak için olsa gerektir. İnsanın bu dünyaya başıboş gönderilmediğini, bu dünyanın da kalıcı olmadığını bildiren Kur’ân âyetleri, insanın bu dünya merkezli ölümsüzlük vehmini kırarak insanı ölümün ötesine hazırlanmaya davet ederken, ‘sanal’ın yerine ‘gerçeği’ ikame etmektedir. Âlemin bu haliyle ölümünden sonra bütün insanlığın yeniden dirilip hesaba çağrılacağı günün ‘Din Günü’ olarak isimlendirilmesi, bu sebeptendir.
Nitekim, sûre-i İnfitar, ‘o gün’ü bize şöyle haber vermektedir:
“Sema çatladığı vakit ve yıldızlar döküldüğü vakit ve denizler akıtıldığı vakit ve kabirler deşildiği vakit, bilir bir nefis nedir takdim ettiği ve tehir ettiği! Ey insan! İkramı bol olan Rabbin hakkında seni aldatan nedir? O Rabbin ki, seni yaratmış, sana düzen ve denge vermiştir. İstediği en güzel bir şekilde seni terkip etmiştir. Hayır, siz ceza ve mükâfat (gününü) inkâr ediyorsunuz. Halbuki, üstünüzde koruyucu, iyi, değerli yazıcı melekler vardır. Onlar ne yaptığınızı bilirler. Gerçekten hayırlılar ve iyiler, nimet içinde (olacaklar). Fâcir (günahkâr ve kâfir)ler de Cehennem içinde olacaklar. O ceza ve mükâfat günü, o Cehenneme yaslanacaklar. Onlar, o Cehennemden kaybolacak değiller. [Ve ey insan!] Nereden bileceksin, din günü nedir? Yine ne bileceksin, din günü nedir? Hiçbir kimsenin hiçbir kimseye fayda verme gücüne sahip olamadığı bir gündür. O gün, bütün emir ve irade, yalnızca Allah’ındır.” (İnfitâr sûresi, 82:1-19)
Bu sûrenin bildirdiği üzere, ‘din günü’yle murad olunan, kıyamet ve Hesap Günüdür. O gün, şu dünyada ‘şiddet-i zuhurundan’ gizlenen, ulûhiyetini rububiyet perdesinde cilvelendiren Zât-ı Akdes, perdesiz bir sûrette ulûhiyetini tecelli ettirecek; şu imtihan dünyasında ‘hakâik-i nisbiye’ sûretinde görülen hakikatler o gün kendilerini ‘mutlak hakikatler’ sûretinde gösterecektir. İşârâtü’l-İ’caz tefsirinde Bediüzzaman Said Nursî’nin dikkat çektiği üzere, “‘Yevmi’d-dîn’ kelimesinden maksad ya cezadır, çünki o gün hayır ve şerlere ceza verilecek bir gündür; veya hakaik-i diniyedir, çünki hakâik-i diniye o gün tam manasıyla meydana çıkar. Ve daire-i itikadın, daire-i esbaba galebe edeceği bir gündür. Evet Cenab-ı Hak müsebbebatı esbaba bağlamakla, intizamı temin eden bir nizamı kâinatta vaz'etmiş ve herşeyi o nizama müraat etmeğe ve o nizamla kalmaya tevcih etmiştir. Ve bilhassa insanı da, o daire-i esbaba müraat ve merbutiyet etmeğe mükellef kılmıştır. Her ne kadar dünyada daire-i esbab daire-i itikada galib ise de; âhirette hakaik-i itikadiye tamamen tecelli etmekle, daire-i esbaba galebe edecektir.”
Bu bakımdan, mü’minlerin her gün beş vakit kıldıkları namazın her bir rekatinde muhakkak okudukları “Mâliki yevmi’d-dîn” âyeti, ilk anda tek bir güne ve mâlikiyetin tek bir veçhesine işaret ediyor gözükmekle birlikte, gerçekte O’nun mâlikiyetini dünya ve âhiret her iki veçhesiyle göstermektedir. Çünkü ancak şu kâinat mülkünün Mâlik-i Zülcelâlidir ki, ‘hiç kimsenin kimseye faydasının olmadığı’ o din gününün Mâliki olabilir.
İnfitar sûresi, kıyameti ‘din günü’ olarak tarif ederken, aslında insanın bugünden kavrayabileceği bir gerçeğe de işaret etmektedir. ‘Din günü,’ ‘hiç kimsenin kimseye faydasının olmadığı, bütün emir ve iradenin Allah’a mahsus olduğu’ gün ise eğer, dikkatle bakıp irdeler ve ‘sebepler perdesi’ni aralar ise, insan şu yaşadığı günlerin de son tahlilde ‘din günü’ mânâsına dahil olduğunu pekâlâ görebilir. Çünkü, şu dünyada ve şu günlerde de, herşey ancak O’nun dilemesiyle varolmaktadır. Şu dünyada ve şu günlerde de, bütün emir ve irade yalnız O’nundur. Şu dünyada ve şu günlerde de, O’nun emir ve izni olmadıktan sonra, ne sebeplerin sonuç üzerinde bir tesiri vardır, ne de kimsenin kimseye faydası. Bu bakımdan, yaşadığı şu dünya hayatında içinde yaşadığı kâinata bakıp âlemlerin Rabbi olarak Allah’ı tanıyan mü’min, bu dünyada imanıyla, basiretiyle, kalb gözüyle gördüğünün teyidini ‘din günü’nde çıplak gözle görecektir yalnızca. O gün asıl şaşakalacak olan, şu daire-i mülkten melekûta bir yol bulamayan, sebepler perdesini aralayıp Müsebbibü’l-Esbâb’a ulaşamayan, şu âlemi ‘âlem-i gayb’ın şahidi kılamayanlardır!
Mülkün asıl sahibinin kim olduğu, melekûta nazar edebilen her akıl tarafından bu dünyada kavranabilir durumdadır velhasıl. Sûrenin kıyametin haberini bize verdikten sonra bildirdiği üzere, “Rabbin ki, seni yaratmış, sana düzen ve denge vermiştir. İstediği en güzel bir şekilde seni terkip etmiştir.” Ama bu dünyada ne kendi yaratılışına, ne her bir âlemin yaratılışına bakıp O’nu rububiyetiyle tanıyamayanlar, “gökyüzünün çatladığı, yıldızların döküldüğü, denizlerin akıtıldığı, kabirlerin deşildiği’ o ‘din günü,’ uluhiyetiyle O’nu muhakkak tanıyacaktır. Dünya fesada uğrarken, zeval asla O’na ârız olmayan Zât-ı Hayy-ı Kayyûm’un malikiyetini sadece mü’minler değil, herkes idrak edecektir. Ama asıl marifet, ‘işaret’ten anlayabilmek; yani, O’nu bugünden tanıyıp şu yaşadığı zamanı ‘din günü’ kılabilmek; dolayısıyla bu günlerde adımını buna göre atıp hayatını buna göre yaşayabilmektir.
Kıyametin haberini veren ve o günün dehşetini haber veren bütün âyetler, işte bunun içindir. Nebe sûresinde tarif edildiği üzere, ‘büyük haber,’ Kıyametin haberidir. Çünkü, Vâkıa sûresinde bildirildiği üzere, ‘asıl olay,’ Kur’ân’ın ısrarla haberini verdiği kıyamettir. Kıyametin haberine kulak vermekledir ki, insan bu fani dünyanın aldatıcı gündeminden ve içine düştüğü sanal gerçeklikten başını kaldırıp hayal yerini hakikatin, imge yerini gerçeğin, tasavvur yerini vâkıanın peşine düşebilir. İmgelerin gerçeğin tahtına göz diktiği fani dünyaya bedel, vukua gelecek büyük olay ise, herşeyi ve herkesi hak ettiği yere iade edecektir:
“Olacak olan şey olduğunda; ki onun olacağını hiç kimse yalanlayamaz. O, alçaltan ve yükseltendir. Yer iyice sarsıldığında... Dağlar serpildikçe serpildiğinde... Ve dağılıp doz-duman olduğunda... Ve siz de üç sınıf olduğunuzda...” (Vâkıa, 56:1-7)
Oysa bu dünyayı sabit ve kalıcı zannetmiştir insan. Kendisi ölse de, soyu devam edecek sanmıştır. Kendisinin ise, ölümü tadacak olsa bile, atılıp yerin altında öylece kalacağını, çürüyüp toprağa karışacağını vehmetmiştir. Halbuki o gün, insanın içinde toprağa karışıp sonsuza kadar o şekilde kalacağını sandığı arz büyük bir deprenmeyle sarsılıp içinde ne varsa dışarı çıkarır ve nice zamandır üzerinde neler yapılıp edildiğinin haberini verir:
“Arz o sarsıntıyla sarsıldığında. Ve ağırlıklarını dışarı çıkardığında. Ve insan “Ne oluyor buna?” dediğinde. O gün, (arz) bütün haberlerini anlatır. Çünkü Rabbin ona vahyetmiştir. O gün insanlar amellerinin kendilerine gösterilmesi için bölükler halinde fırlayıp ortaya çıkacaklardır. Her kim zerre kadar bir hayır işlerse onun karşılığını görecektir. Her kim de zerre kadar bir kötülük işlerse onun karşılığını görecektir.” (Zilzâl, 99: 1-8)
“Muhakkak ki insan, Rabbine karşı çok nankördür. Ve o, bu nankörlüğünü göz göre göre yapıyor. Ve o, malı çok şiddetle seviyor. Bilmiyor mu? Kabirlerdeki dışarı atıldığı, gönüllerde olan ortaya konduğu zaman, (o sorguya çekilecektir.). Çünkü Rabbin, onların yaptıklarından haberdardır.” (Âdiyât, 100: 6-11)
Oysa insan, o günün gelmeyeceğini zannetmektedir. Sanki hiç ölmeyecekmiş gibi, sanki malı onu ebedî kılacakmış gibi, sanki kendi ölse de adı ve eseri ardında kalacakmış gibi düşünmektedir. Çünkü kıyametin varlığı demek, bu dünya hayatının bir de ‘ötesi’ olduğunun farkına varmak demektir. Bu dünyada ‘bizim’ dediğimiz ne varsa hepsinin ‘hibe’ değil, ‘borç’ ve ‘emanet’ olduğunu bilip Mâlikü’l-Mülk’ün izni ve rızası uyarınca bu dünyada yaşamak demektir:
“İnsan, öldükten sonra kemiklerini toplayamayacağımızı mı sanıyor? Biz, parmak uçlarına varıncaya kadar, onu derleyip toplamaya kâdiriz. Doğrusu insan, ömrünü günahla geçirmek ister. ‘Kıyamet günü ne zamanmış?’ diye sorar. Gözler kamaştığı, ay tutulduğu, güneş ve ay bir araya getirildiği zaman; işte o gün insan ‘Yok mu kaçacak bir yer?’ diye sorar. Hayır, sığınılacak hiçbir yer yoktur. O gün varılacak yer, ancak Rabbinin huzurudur. Yaptığı ve yapmayıp geri bıraktığı herşey o gün insana bildirilir.” (Kıyâmet, 75:3-13)
Kur’ân’ın sayfaları arasında, her sûrede ve her âyette daha nice kıyamet haberi ve o dehşetli günün insanı uyanışa davet eden tasviri çıkar karşımıza.
Bütün bu âyetlerin hepsinin ortak niteliği ise, sebepleri tesirden azlederek insanın bu dünyada ölümsüzlük vehmini bertaraf ederek ‘ötesi’ni düşünmeye ve ona göre bu hayatı yaşamaya davet etmesidir...