Alper Görmüş’ün geçtiğimiz hafta Taraf Gazetesinde kaleme aldığı “Faşizme kapı aralayan bir ‘dinsel sorumluluk’ algısı” başlıklı yazısı, üzerinde bir değerlendirme yapmam için; şahsiyetine, edebî ve kültürel müktesebatına, üslup ve tarzına çok değer verdiğim muhterem kardeşim ve dostum Hüseyin Yılmaz Bey tarafından ıttılaıma sunulunca, mevzu ile alakalı kaynakların dilinden bir nebze de olsa cevap/irşad mahiyeti taşıyabilecek hususları arz etmek istedim.
***
Yazar şöyle diyor yazısında : “Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf’ın eşcinselliğin “hastalık” olduğu yönündeki beyanı, tepkilerinde İslami referansların önde olduğu bir dizi kuruluş tarafından sahiplenildi. Aralarında Mazlum-Der, İHH, Özgür-Der gibi, siyasi özgürlükler söz konusu olduğunda ayrımsız ve ilkeli bir özgürlükçü tutum sergileyen kuruluşların da bulunduğu grubun yayımladığı bildiri üzerine yazmak istedim bugün. Çünkü, kanımca bu bildiri, dindarlardaki “başkalarının günahıyla ilgili sorumluluk duygusu taşıma”nın bazı biçimlerinin varabileceği yeri işaret etmesi açısından dikkatli bir biçimde ele alınmayı hak eden bir içeriğe sahipti.
Bu “sorumluluk” biçimi, dinden ve dindarlardan söz ettiğinde Ahmet Altan’ın da sık sık şikâyet ettiği bir tema... En son “Din ve cinsellik” başlıklı 11 Şubat 2010 tarihli köşesinde şöyle yazmıştı:
“(...) O zaman, kendi günahının bedelini ödemeye razı olan, kendi ‘günah işleme özgürlüğüne’ sahip çıkan, kendi hayat tarzını dindarların günahkârca bulduğu bir anlayış üzerine oturtanlar, ‘bu dindarlar bir gün hepimizin özel hayatına, yaşama biçimine, içkisine, cinselliğine karışmak isteyecek’ diye endişelenmez mi?
***
Biz Alper Gümüş’ü darbeleri deşifre konusunda kararlı tutumundan dolayı takdirle karşılamıştık.
Ama, dini çevrelerce günah işleme hürriyetine engel konulduğuna dair rüfekası gibi endişeler taşımasına doğrusu bir anlam veremedik. Şayet cinsellik veya diğer hayat biçimlerinde bir sınırlama ve özgürlüğünün elinden alınması gibi kısıtlayıcı bir baskı oluşmuşsa, ne kadar olmuş, nasıl olmuş, ne tür bir zarara uğramış, organlarının serbest dolaşım özgürlüğü(!) ne kadar kısıtlanmış, onu bilmemiz mümkün değil…
El insaf! Memleketin her tarafından meyhanelerin, kumarhanelerin, sokak ve caddelerinin her köşesinden günah ve isyan dumanları, yangınları yükselirken, geleceğimizin dinamikleri yavrularımız günah ve isyan altında yok olma tehlikesi yaşarken, böyle bir iddiada bulunmak, doğrusu pek insafsızca olmuş…
***
Bütün evrenin, canlıların feryâd ü figan ettikleri günah ve isyanların, mevcudatı hiddete getiren ve ağlatan rezalet ve sapıklıkların ‘özgürlük’ şeklinde nitelendirilmesi, başlı başına psikolojik bir vak’a ve ölümcül bir hastalık değilse, lûtîlik (eşcinsellik) illetine yakalanmış bir kavmin helâkından bile ders alamayacak kadar manevî refleksleri dumura uğramış, behîmî bir hevesin zebûnu olmuş bir ruh halinin yansımasından başka ne olabilir?
Hoşgörü, farklı kanaat ve değerlendirmelere tahammüldür, saygıdır. Müslüman mahallesinde salyangoz satanların, seküler (laik) bir hayatı dayatanların, İslâmî şeâire (sembol ve alametlere) karşı şirk ve aleni günahkârlıklarıyla karşı duranların hoşgörüden bahsetmeye hakları olabilir mi?
***
Öncelikle şunu ifade etmeliyiz ki, iman, her şeyden önce içten benimseme ve gönüllü inanma meselesidir. İslâm’da, insanlara inanma, ya da inanmama özgürlüğü tanınmıştır. Nitekim, “De ki: “Gerçek Rabbinizdendir.” Dileyen inansın dileyen inkâr etsin...”(1) âyet-i kerimesi bu hususu açıkça ifade etmektedir.
Herkes, dilediği gibi inanabilir. İnsan iradesine bu noktada müdahale söz konusu değildir. Şunu ifade edelim ki, kişinin küfrü benimsemesi dünyevî bakımdan bir cezayı gerektirmez. Başka bir ifadeyle, kişilerin İslâm dini dışında herhangi bir inancı benimsemeleri, hukûkî anlamda suç teşkil etmez. Ancak Allah Teâlâ, insana başta akıl gibi çok önemli bir nimet vermekle diğer yaratılanlara üstün kıldığı insanı, kendisini tanıması ve ibadet etmesi için yarattığını (2) ifade buyurmaktadır. Dolayısıyla insanın kendi iradesiyle hak yolu (İslâm) seçmesi, fıtratının temel hedefidir. İnsanın bu fıtrî noktayı yakalayabilesi, dünya gezegeninde rotasını istikamet üzere yönlendirmesi için Allah (c.c.), onu Hak ve bâtılı seçmede etkin olmakla beraber yeterli olmayan akılla baş başa bırakmamış, yaratılışın gereğini ifa etmesi yolunda rehberlik yapacak peygamberleri de göndermiştir.
***
İslâm neslin korunmasına önem vermiştir. Her türlü rezalet ve sapıklığın zararlarını anlatmak, insanlığı aydınlatmak, uyarmak, irşad ve tebliğde bulunmak İslâm ümmetine farz kılınmıştır.
Günümüzde her cadde ve sokakta, özel/resmî ve devlet kurumlarında, internet ve medya organlarında heva ve hevesi kamçılayan bol seçenekli lehviyat ve gayr-i meşru tatmin araçlarının mevcudiyeti yeterli görülmemiş olacak ki; sayın yazar, sınırsız hürriyet içinde yaşanılan hayata tepki tezahürlerini ve karşı refleksleri bile müdahele bağlamında değerlendirmekte, başkalara saygı ve alanlarına müdahele sınırlarının bile ortadan kaldırılması gibi garip beklentiler içine girmektedir.
Yanlış anlaşılmasın, sözümüz sadece şu veya bu yazara/kişiye değildir. Hakperestliklerine inandığımız bu kabil kalemlerin ebediyete mazhar olmaları, fani ve geçici sonu gelmez arzu ve isteklerin esaretinden kurtulmaları yönünde duacı oluruz sadece…
Bu gibiler, kendi din ve ahlâk anlayışlarına göre serbest olsa bile, kamuya açık alanlarda oturup alenen inandıkları hayat tarzlarını sergilemeleri, toplumun genel ahlâk kuralları ve hassasiyetlerine saygısız görüntüler vermeleri, toplum barışı, asayiş ve düzen açısından savunulacak bir durum değildir.
***
Mü’min, sadece kendi nefsini kurtarmakla meşgul olmaz. Başkalarının ıslahına vesile olmak için hakkı tebliğ etmekle de me’mur olduğunu bilir. İslam Dininde buna “emr-i bi’l-mârûf nehy-i ani’l-münker” denilir. Yani mümin, bir taraftan ilim ve amel-i salih ile tekemmül etmeğe ve ahlak-ı seyyieden tasaffi etmeye çalışırken; diğer taraftan tahsil ettiği ilmi başkalarına tebliğ etmek suretiyle manevi cihadını da sürdürecektir. Bu ise; müfessirin-i izam, müctehidin-i kiram ve ulema-i İslam Kur’ân ve hadisi nasıl beyan ve tefsir etmişlerse; o şekilde İslâm Dinini başkalarına tebliğ etmekle olur. Bu vazife, ümmet-i Muhammed’den bir gurup Müslüman üzerine farz-ı kifayedir. Zira Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“Ey ümmet-i Muhammed! Sizden bir cemaat olsun ki; Onlar a) İnsanları hayra (din ve dünya salahına) davet ederler. b) Onlara marufu yani aklın ve şer’in güzel gördüğü kitab ve sünnete muvafık her şeyi emir,
c) Münkeri yani aklın ve şer’in çirkin addettiği kitab ve sünnete muhalif her şeyi nehyederler.
İşte felaha kavuşanlar, yalnız bunlardır. ” (3)
Resul-i Ekrem (a.s.m) da bu konuda şöyle buyurmaktadır:
“Sizden biri, bir münkeri (kötü ve çirkin bir iş) gördüğünde onu eliyle düzeltsin. Eğer buna gücü yetmezse diliyle onu izale etsin. Buna da gücü yetmezse kalben onu değiştirsin. Yani o münkere tarafdar olmasın ve onun kaldırılması için dua etsin. Bu ise imanın en zayıf mertebesidir.”(4)
“Demek “emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker” vazifesinin üç mertebesi vardır:
Birincisi: Bu vazife elle olur. Bu kısım, mü’minlerin yönetimini elinde bulunduran idarecilerin vazifesidir.
İkincisi: Lisanla olur. Bu kısım, âlimlerin vazifeleridir.”(5)
***
Hayatını milletin imân selâmeti ve Kur’ân ahlâkının yerleşmesi için feda eden Asrımızın Müceddidi Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin, “Cihadın en efdali, zalim sultana karşı hakkı söylemektir.”(6) Hadis-i şerifine imtisalen Bitlis valisinin münker bir fiiline karşı söylemiş olduğu sözleri ulema-i İslam’a nümune-i imtisal olması için naklediyoruz:
“Bitlis'te iken bir gün kendilerine vali ile bir kısım memurların içki içtikleri ihbar olununca, hiddetlenerek:
-Bitlis gibi dindar bir memlekette hükûmeti temsil eden bir zâtın irtikâb ettiği bu muameleyi kabul edemem! diyerek içki meclisine gider. Evvelâ içki hakkında bir hadîs-i şerif okuduktan sonra pek acı sözler söyler; valinin vurdurmak için işaret etmesi ihtimaline binaen de bir elini rovelverinin bulunduğu yerde tutar. Fakat vali fevkalâde mütehammil ve hamiyetli bir zât olduğundan, kat'iyen ses çıkarmaz. Oradan ayrılınca valinin yaveri genç Said'e:
-Ne yaptınız? Söyledikleriniz, idamınızı mûcibdir, der.
Genç Said:
-İdam hayalime gelmedi, hapis ve nefiy zannederdim. Her ne ise, bir münkeri def'etmek için ölürsem ne zararı var? cevabında bulunur.
Oradan avdetinden bir-iki saat sonra, iki polis vasıtasıyla vali kendisini istetir. Valinin odasına girerken; vali hürmet ve tazimle genç Said'i karşılayarak, elini öpmek ister. İltifatla yer göstererek:
-Herkesin bir üstadı vardır. Sen de benim üstadımsın, der.”(7)
Makalemizi yine Bediüzzaman Said Nursî’nin veciz sözleriyle bitirelim: “…Demek, iman bir mânevî Tûbâ-i Cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise mânevî bir Zakkum-u Cehennem tohumunu saklıyor.” (8)
DİPNOTLAR:
1. K.K., Kehf, 18/19
2. K.K.,Zâriyat, 51/56
3. K.K., Âl-i İmran, 3/104
4. Müslim
5. M. Vehbi Efendi, Hulâsâtü’l-Beyan Fî Tefsîri’l-Kur’ân, ilgili âyetin tefsiri
6. Feyzu’l-Kadir 2 / 38 ; 1246 Nolu Hadis
7. B. Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, 42
8. A.g.y, Sözler, İkinci Söz.