Yazıma sözlerin en güzeli olan Kur’an-ı Kerimin Nur Suresindeki 30-31. Ayetleri ve Tevbe Suresi 111. ayetinin mealiyle başlamak istiyorum: Ayetlerin kısaca mealleri şöyledir: Yüce Allah, Peygamber Efendimize (asm): "Mümin erkeklere söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar ve iffetlerini korusunlar. Bu onlar için daha temiz ve arındırıcıdır. Allah onların bütün yaptıklarından haberdardır.Diğer ayette ise, Mümin kadınlara da söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar ve iffetlerini korusunlar.!" (Nur Suresi, 24/30-31) Tevbe Suresinde ise; “Allah müminlerden canlarını ve mallarını, karşılığında Cenneti onlara vermek suretiyle satın almıştır.” (Tevbe Suresi, 111. Ayet) buyrulmaktadır.
Bu ayetlerin ışığında konumuzu biraz açmaya çalışalım.
Çocuklar hatadan hali olamaz, her zaman hata işleyebilirler. Çünkü bu çocuk psikolojisinin bir özelliğidir. Aslına bakılırsa her insan da bir çocuk gibidir. Her ne kadar büyüyüp olgunlaşsa da, Bediüzzamanın Hazretlerinin ifade ettiği gibi; “insan, şu kâinatta pek nazik ve nazenin bir çocuğa benzer”, “bütün zîhayat (canlılar) âlemi içinde nazik, nazenin, nazdar bir çocuk hükmündedir.” İnsan, kâinatın kıymettar bir meyvesi ve Sâni-i Kâinatın (kâinatın yaratanın) nazdar bir sevgilisi”dir. O halde insan kâinatta bir çocuk hükmünde olduğuna göre, zaman zaman hata ve günah işleye bilir. Tamamen hata ve günahlardan hali ve uzak olması mümkün değildir. Çünkü insanda nefis, heva ve heves denilen duygular var. İyilik ve kötülük işleye bilecek bir özellik ve mahiyette yaratılmıştır.
Okuldan bir örnek verecek olursak: Dünya bir okul gibidir. Dünyaya gelen her insan bu okulun birer öğrencisidir. Malum okul dendiğinde, hemen öğretmen, ders, sınav, not, iyi ve zayıf gibi şeyler akla gelir. Öğrenci denince, ders çalışan, iyi veya zayıf not alan bireyler akla gelir. Öğrencilik hayatımda hiç zayıf almadım diyen birine rastlamak mümkün değildir. Çünkü okulun eğitim ve öğretim kalitesinin en önemli faktörlerinden birisi, iyi veya zayıf notla ortaya çıkar. Fakat şu da bir gerçektir ki hiçbir öğretmen öğrencisinin zayıf almasını istemez, buna taraf da olmaz. Ancak şu var ki bir öğrenci öğretmenini tanıdığı ölçüde ona saygı ve sevgi duyar, sözünü dinler, dersine çalışır ve kötü not almamaya dikkat eder. O halde öğrenci, öğretmenini tanıdığı ölçüde zayıf alması azalır. Aksi halde zayıflar çoğalmaya devam eder.
Kanun ve kurallara uymada da durum farklı değildir. Halk kanun koyanı ne kadar iyi bilir ve tanırsa kanunlara o ölçüde uyar ve suç işleme oranı da o nispette azalır.
İşte insan da Cenab-ı Hakkı tanıdığı ölçüde O’na saygı duyar, kulluk görevlerini yerine getirir ve günah işlememeye özen gösterir. Sonuçta iş, kuvvetli bir imanda düğümleniyor. O halde günah işlemenin önüne geçmenin tek yolu güçlü ve kuvvetli bir imana ve inanca sahip olmaktan geçiyor. Öyleyse huzurlu bir toplum için, insanların imanını taklitten tahkike çevirmenin yollarını aramak gerekiyor.
Bir diğer husus ise; insanın kendini tanıması ve ne kadar değerli bir varlık olduğunu bilme- sidir. “Evet, insan, şu dünyaya bir memur ve misafir olarak gönderilmiş, çok ehemmiyetli istidat (yetenek) ona verilmiş ve o istidatlara göre ehemmiyetli ve önemli vazifeler tevdi edilmiş (emanet bırakılmış).” İnsana verilen bu emanetler nelerdir? İnsana hayatıyla birlikte, beden, ruh, kalb ve bunların içinde göz, kulak, akıl, dil ve hayal gibi zahiri ve batini (görünen ve görünmeyen) duygulardır. (Sözler/23. Söz, İkinci Mebhas, 5. Nükte, s:440) İnsan çok değer verdiği şeylerini kime bırakır? Güvendiği birilerine bırakır değil mi? O halde, Yüce Allah insana çok güveniyor ki, paha biçilemeyen değerdeki bu emanetleri insana bırakmış. Pek, insan bu emanetleri nasıl kullanacak?
Hakiki sahibine satmakla ve O’nun yolunda kullanmakla. Peki, O’nun yolunda kullanıldığı takdirde kazancımız ve karımız ne olacak?
Fânî (ve geçici) olan her şeyimiz; istidatlarımız, kabiliyet ve yeteneklerimiz, tüm duyu ve duygularımız, malımız, mülkümüz, geçici olan şu ömrümüz hepsi bâkîye inkılâb eder. Neticede bâkî, sonu olmayan ve hiç tükenmeyen meyveler verecektir. O vakit ömür dakikaları, adeta tohumlar, çekirdekler hükmünde, zahiren (görünürde toprağa atılan tohumlar ve çekirdekler gibi) fena bulur, çürür; fakat âlem-i bekàda (ebedi âlemde) saadet çiçekleri açarlar ve sümbüllenirler ve âlem-i berzahta (kabir âleminde) ziyâdâr (ışık ve nur saçan), mûnis (cana yakın birer dost ve) manzara olurlar. Ondan sonra!...
Her âzâ (organımız) ve hasselerimizin (duygularımızın) kıymeti birden bine çıkar. Meselâ akıl bir alettir. Eğer Cenâb-ı Hakka satmayıp belki nefis hesabına çalıştırılsa, öyle meş'um (uğursuz) ve müz'iç ve muacciz (taciz ve rahatsız edici) bir alet olur ki, geçmiş zamanın âlâm-ı hazinanesini (hüzün verici elemlerini) ve gelecek zamanın ehvâl-i muhavvifanesini (korkulu hallerini) insanın biçare başına yükletecek; yümünsüz (uğursuz) ve muzır bir alet derekesine (derecesine) iner. İşte bunun içindir ki, fâsık (günahkâr) adam, aklın iz'aç ve tacizinden (rahatsız ediciliğinden ve tacizinden) kurtulmak için, galiben ya sarhoşluğa veya (gayr-ı meşru) eğlenceye kaçar. Eğer Mâlik-i Hakikîsine (hakiki sahibine) satılsa ve Onun hesabına çalıştırılsa, akıl öyle tılsımlı (gizemli) bir anahtar olur ki, şu kâinatta olan nihayetsiz rahmet hazinelerini ve hikmet definelerini açar. Ve bununla sahibini saadet-i ebediyeye müheyya eden (ebedi saadete hazırlayan) bir mürşid-i Rabbânî (Rabbani bir yol gösterici) derecesine çıkar.
Meselâ göz bir hassedir ki, (bir duygudur ki) ruh bu âlemi o pencere ile seyreder. Eğer Cenâb-ı Hakka satmayıp belki nefis hesabına çalıştırılsa, geçici, devamsız bazı güzellikleri, manzaraları seyirle şehvet ve heves-i nefsaniyeye (nefsanî arzu ve isteklere) bir kavvad (arsız, pezevenk, kaltaban), derekesinde (aşağılık) bir hizmetkâr olur. Eğer göz, Sâni-i Basîrine (yaratıcısına) satılsa ve Onun hesabına ve izni dairesinde çalıştırılsa, o zaman şu göz, şu kitab-ı kebir-i kâinatın (şu büyük kâinat kitabının) bir mütalâacısı ve şu âlemdeki mucizât-ı san'at-ı Rabbaniyenin (Rabbani sanat mucizelerinin) bir seyircisi ve şu küre-i arz (yerküre) bahçesindeki rahmet çiçeklerinin mübarek bir arısı derecesine çıkar.
Meselâ dildeki kuvve-i zâikayı (tat alma duygusunu) Fâtır-ı Hakîmine (her şeyi hikmetle yaratan Rabbine) satılmazsa, belki nefis hesabına, mide namına çalıştırılsa, o vakit midenin tavlasına (kapıcısına) ve fabrikasına bir kapıcı derekesine iner, sukut eder (alçalmış olur). Eğer Rezzâk-ı Kerîme satsıla, o zaman dildeki kuvve-i zâika (tad alma duygusu), rahmet-i İlâhiye hazinelerinin bir nâzır-ı mâhiri (mahir bir bakanı) ve kudret-i Samedâniye matbahlarının (mutfaklarının) bir müfettiş-i şâkiri (şükreden bir müfettişi) rütbesine çıkar.
Şimdi verilen bu emanetlerin, O’nun hesabına kullandığında neler kazandırdığına ve kullanılmadığında neler kaybettirdiğine bakalım:
“Ey akıl, dikkat et! Meş'um (uğursuz, çirkin) bir alet nerede, kâinat anahtarı nerede? Ey göz, güzel bak! Adi bir kavvad (kaltaban, pezevek) nerede, kütüphane-i İlâhînin mütefennin bir nâzırı (bakanı) nerede? Ve ey dil, iyi tat! Bir tavla (atların barınağı olan ahır) kapıcısı ve bir fabrika yasakçısı nerede, hazine-i hassa-i rahmet nâzırı (rahmet hazinelerinin bakanı) nerede?
Ve daha bunlar gibi başka aletleri ve âzâları kıyas etsen (karşılaştırsan) anlarsın ki, hakikaten mü'min Cennete lâyık ve kâfir Cehenneme muvafık (uygun) bir mahiyet kesb eder (kazanır). Ve onların herbiri öyle bir kıymet almalarının sebebi, mü'min imanıyla Hâlıkının emanetini O’nun namına ve izni dairesinde istimal etmesidir (kullanmasıdır). Ve kâfir hıyanet edip nefs-i emmâre hesabına çalıştırmasıdır.
İnsan (maddeten) zayıftır; belâları çok. Fakirdir; ihtiyacı pek ziyade. Âcizdir; hayat yükü pek ağır. Eğer Kadîr-i Zülcelâle dayanıp tevekkül etmezse ve itimad edip teslim olmazsa, vicdanı daim azap içinde kalır. Semeresiz meşakkatler, elemler, teessüfler onu boğar. Ya sarhoş ya canavar eder.
Verilen Duyu Ve Duygular Yerinde Kullanıldığında Getirisi Ne Olacak?
Bütün o âzâ ve aletlerin ibadeti ve tesbihâtı ve o yüksek ücretleri, en muhtaç olduğumuz bir zamanda Cennet yemişleri suretinde bize verileceğine, ehl-i zevk ve keşif ve ehl-i ihtisas ve müşahede ittifak etmişler. (Başta peygamberler, evliyalar. Asfiyalar ve ilim adamları) (Sözler, Altıncı Söz, (s:55)
Yüce Allah; emanet olarak verdiği her bir duyguya çok önemli sorumluluklar yüklemiş. (Bir bilgisayara yüklenilen programlar gibi.)
Cenab-ı Hak insanın mahiyetine öyle mânevî cihazat (donanımlar) ve lâtifeler (çok ince duygular) vermiş ki, bazıları dünyayı yutsa tok olmaz; bazıları bir zerreyi kendinde yerleştiremiyor. Baş bir batman (8 kilogramlık bir) taşı kaldırdığı halde, göz bir saçı kaldıramadığı gibi; o lâtife (ince duygu), bir saç kadar bir sıkleti (ağırlığı), yani, gaflet ve dalâletten gelen küçük bir hâlete dayanamıyor. Hattâ bazan söner ve ölür.
"Madem öyledir, hazer et, (sakın) dikkatli (ol), batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem'a, bir işarette, bir öpmekte batma. Dünyayı yutan büyük letâiflerini onda batırma. Çünkü çok küçük şeyler var, çok büyükleri bir cihette yutar. Nasıl küçük bir cam parçasında gök, yıldızlarıyla beraber içine girip gark oluyor (batıyor). Hardal gibi küçük kuvve-i hafızanda, senin sahife-i a'mâlin ekseri ve sahaif-i ömrün ağlebi içine girdiği gibi, çok cüz'î küçük şeyler var, öyle büyük eşyayı bir cihette yutar, istiab eder." (17. Lem'a, On Dördüncü Nota, s. 655) “İnsanda nice binlerle latife ve duygular vardır. Bu duyguların her biri gelişmeye müsait birer çekirdeğe benzer; fıtratı bozan ve zarar veren günahlara ve fiillere karşı son derece hassas ve naziktirler. Tıpkı insanın maddi yapısına benzerler. Yenilgi kabule etmeyen, nice insanları yere seren nice pehlivanlar vardır ki, bir virüse ve mikroba mağlup olup hayatını kaybettikleri gibi. Ne yazık ki, nice güçlü ve zengin müminler vardır ki bir günah virüsüne yenik düşüp ebedi hayatını kaybedebiliyor.
Mesela; “insan hafızası; ciltlerle kitapları içine alıp kaydeden bir kütüphane gibidir. Ancak bir yudum içkiyle veya zehirle bütün bu hafıza silinip gitmektedir. İmam-ı Şâfiî hazretlerinin, “Harama nazar, unutkanlık verir.” dediği gibi, harama bakmak vb. günahlarla bu bilgilerin tamamı silinip gitmektedir; tıpkı bir ateş kıvılcımının bir evi, bir şehri yaktığı gibi... İşte insandaki her bir duygu ve latife de böyledir. Burada her bir duygunun kâinatı içine alabilecek ve yutacak kabiliyet ve kapasiteye sahip olduğu nazara verilmektedir.
Her bir günah, fıtrata atılmış zehirli bir ok, bir mermi gibidir. Onun için nazik ve hassas olan bu latife ve duyguların, günahlara karşı tahammülü yoktur. Bunun için Bediüzzaman hazretleri, dikkatleri bu noktaya çevirerek, önemli bir uyarı ve ikazda bulunmaktadır.
Burada geçen; “bir öpmek, bir lokma, bir işaret” gibi ifadeler birer semboldürler; her biri, fıtratımızı (yaratılışımızı) tahrip etmeye ve bozmaya dönük farklı günahları sembolize etmekteler.” (Sorularla Risale)
Aynı konuyla ilgili Yirmi Üçüncü Sözde şöyle bir açıklama getirilmektedir:
“Evet, insan bir çekirdeğe benzer. Nasıl ki o çekirdeğe kudretten mânevî ve ehemmiyetli cihazat ve kaderden ince ve kıymetli program verilmiş (programalar yüklenmiş); tâ ki toprak altında çalışıp, tâ o dar âlemden çıkıp, geniş olan hava âlemine girip, Hâlıkından istidat lisanıyla bir ağaç olmasını isteyip, kendine lâyık bir kemâl bulsun (bir mükemmelliğe erişsin). Eğer o çekirdek, sû-i mizacından (mizacını kötüye kullandığından) dolayı, ona verilen cihâzât-ı mâneviyeyi toprak altında bazı mevadd-ı muzırrayı (zararlı maddelerin) celbine sarf etse, o dar yerde, kısa bir zamanda, faidesiz tefessüh edip (kokuşup) çürüyecektir. Eğer o çekirdek, o mânevî cihâzâtını, وٰى وَالنَّ الْحَبِّ فَالِقُ “Taneleri ve çekirdekleri çatlatan (şüphesiz Allah'tır)” (Enam Suresi Ayet, 95) ayetinin emr-i tekvînîsini (ilahi emir ve kanunlarını) imtisal edip (uyup) hüsn-ü istimal etse (doğru kullansa), o dar âlemden çıkacak, meyvedar koca bir ağaç olmakla, küçücük cüz'î hakikati ve ruh-u mânevîsi büyük bir hakikat-i külliye suretini alacaktır.
İşte, aynen onun gibi, insanın mahiyetine, kudretten ehemmiyetli cihazat ve kaderden kıymetli programlar tevdi edilmiş (yüklenmiş). Eğer insan, şu dar âlem-i arzîde (dünyada), hayat-ı dünyeviye toprağı altında o cihâzât-ı mâneviyesini nefsin hevesâtına sarf etse; bozulan çekirdek gibi, bir cüz'î telezzüz (azıcık geçici bir haram lezzet) için, kısa bir ömürde, dar bir yerde ve sıkıntılı bir halde çürüyüp tefessüh ederek, mes'uliyet-i mâneviyeyi bedbaht (mutsuz) ruhuna yüklenecek, şu dünyadan göçüp gidecektir.
Eğer o istidat çekirdeğini (yetenek çekirdeklerini) İslâmiyet suyuyla, imanın ziyasıyla, ubûdiyet (kulluk) toprağı altında terbiye ederek, evâmir-i Kur'âniyeyi imtisal edip cihâzât-ı mâneviyesini hakikî gayelerine tevcih etse; elbette âlem-i misal ve berzahta dal ve budak verecek ve âlem-i âhiret ve Cennette hadsiz kemâlât ve nimetlere medar olacak bir şecere-i bâkiyenin ve bir hakikat-i daimenin cihâzâtına cami', kıymettar bir çekirdek ve revnakdâr bir makine ve bu şecere-i kâinatın mübarek ve münevver bir meyvesi olacaktır.
Evet, hakikî terakki ise, (asıl terakki, gelişme ve ilerlemei ise) insana verilen kalb, sır, ruh, akıl, hattâ hayal ve sair kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek, herbiri kendine lâyık hususî bir vazife-i ubûdiyetle meşgul olmaktadır. Yoksa ehl-i dalâletin terakki zannettikleri, hayat-ı dünyeviyenin bütün inceliklerine girmek ve zevklerinin her çeşitlerini, hattâ en süflîsini tatmak için bütün letâifini ve kalb ve aklını nefs-i emmâreye musahhar edip (emrine verip) yardımcı verse, o terakki değil, sukuttur (alçalıştır.)” (23. Söz, 2. Mebhas, İkinci Nükte, S. 431)
Günahların İçindeki Elem
Bediüzzaman hazretleri günahların içindeki elemin nasıl olduğunu, yaşadığı iki anekdotla şöyle anlatır: Tarih-i hayatımı bilenlere malûmdur. Ben, yirmi yaşlarında iken, Bitlis'te vali Ömer Paşanın konağında iki sene onun ısrarıyla ve ilme ziyade hürmetiyle kaldım. Onun altı adet kızları vardı; üçü küçük, üçü büyük. Ben, üç büyükleri, iki sene aynı konakta beraber kaldığımız halde, birbirinden tefrik edip tanımıyordum. O derece dikkat etmiyordum ki bileyim. Hattâ bir âlim misafirim yanıma geldi, iki günde onları birbirinden fark etti, tanıdı. Herkes bendeki hâle hayret ederek bana sordular: "Neden bakmıyorsun?" Derdim: "İlmin izzetini muhafaza etmek, beni baktırmıyor."
Hem İstanbul'da bulunduğu sıralarda Kâğıthane şenliğinin özel gününde, Köprüden tâ Kâğıthane’ye kadar Haliç'in iki tarafında binler açık saçık Rum ve Ermeni ve İstanbullu kadın ve kızlar dizildikleri sırada, ben ve merhum mebus (milletvekili) Molla Seyyid Tâha ve mebus Hacı İlyas ile beraber bir kayığa bindik, o kadınların yanlarından geçiyorduk. Benim hiç haberim yoktu. Hâlbuki Molla Tâha ve Hacı İlyas, beni tecrübeye karar verdikleri ve nöbetle beni gözetledikleri bir saat seyahat sonunda itiraf edip dediler:
"Senin bu haline hayret ettik, hiç bakmadın."
Dedim: "Lüzumsuz, geçici, günahlı zevklerin âkıbeti elemler, teessüfler olmasından, istemiyorum" diyerek, harama bakmanın ve günahların çirkinliğine ve iticiliğine dikkatleri çekerek önemli bir ders veriyor. (Tarihçe-i Hayat, Emirdağı Hayatı, Gelenlerle Ne Konuşurdu, S:645)
Sonuç olarak:
“Günahlar, hayat-ı ebediyede daimî hastalıklardır; bu hayat-ı dünyeviyede dahi kalb, vicdan ve ruh için mânevî hastalıklardır.” (25. Lem’a, 8. Deva)