Erdoğan, hisarın kapısını aralayınca, uzunca bir mevsimi içeride geçirenler, yayından boşalmış ok gibi dışarı fırlamaya başladı. “Güncelleme” talebini “reform”a kadar götürme arzusu taşıyan bu ileri fırlayışın başında muhafazakârların bir bakıma önde gelen iki ismi yer aldı: Mücahit Bilici ile Dücane Cündioğlu...
Müşterek tarafları; sosyolog veya düşünür olarak teveccüh görmeleri. Beşeriyet muktezası olarak teveccühe karşı gösterdikleri zayıflık, ikisinin de sonunu hazırlayacak gibi. Hakikatte daha fazla derinleşme cehdi gösteremediklerinden, hezeyan kaçınılmaz oluyor. Dikkat çekme, gündemde kalma açlığını gidermenin en kestirme yolu, kitlenin ya canını yakmak, ya hissiyatını okşamak.
Bu makaleden Cündioğlu’nu düşürüp, Bilici ile devam edeceğiz. Zirâ ikisini tek makalede taşımak mümkün görünmüyor. Mevzuu hatırlayacaksınız. Netameli ve tedirgin edici vakitlerde fitneyi harekete geçirmekte adeta mütehassıs Ruşen Çakır, yine sahneye çıkmış. Muhatabı, Mücahit Bilici. Yer ABD...
Bu uzun mülakatı tekrarlayarak vaktinizi çalmak istemem. Yine de tamamını okumak isteyenler yazının altındaki linkten faydalanabilir. Mücahit, bir değil, bir çok tehlikeli uçurumdan sarkıyor; düştü, düşecek. Kendisiyle birlikte kaç kişinin imanı yere çakılır, bilemem.
Çakırın bütün tuzak suallerine iştiyakla bağrını açan Mücahit’in ilk tesbiti, “ictihad”ı sahtekârlık, bütün mezheb imamları ile müctehidleri “sahtekâr” ilân etmek olmuş. Şöyle diyor sosyolog:
“Şunu diyebilirim ki, İslam tarihinde aslında sürekli bir güncellenme yaşanıyor; fakat bu çaktırılmadan yapılıyor, adı konmadan yapılıyor. Buna en böyle mahcup, utangaç bir isim olarak tecdit denmiştir ve işte “Her zamanda, her asırda bir müceddit olacaktır” denmiştir. Reform yapmak isteyenler, kendilerini müceddit olarak sunmuşlardır.”
Bin dört yüz yıllık mâbedin kapısını tekmeleyerek içeri dalan Mücahit, önüne geleni tokatlayıp deviriyor; ne Gazali ayakta kalabiliyor, ne Bediüzzaman!
Çakır’ın teveccühü ile sermest Bilici, bütün hisarları, bir put yıkıcı azmiyle devirmeye devam ediyor. Şöhret basamaklarını hızlı tırmanmaktan yorgun sosyoloğumuz, hafızamıza tırnaklarını bir daha geçirip yırtıyor:
“İslam’da kilisenin olmadığı söyleniyor. Aslında var. Ortodoks İslam’da kilise devlettir. Hıristiyanlık’ta kilise devletin sahibi olmuştur, İslam’da ise devlet dinin sahibidir. Dolayısıyla İslam’da kilise devlettir. Son tahlilde dini şekillendiren devlettir. Ve devlet her zaman dinin üstünde durur ve dini yönetir. Bu açıdan bu türden devletin, dine inanmakla bağlı olarak, dini üretenin dine inanması için bir sebep yoktur, çünkü kendi eliyle üretiyor.”
Müslümanlar bin dört yüz yıldan beri dinlerinin sahibini Allah biliyorlardı. Meğerse devletmiş, sakallı düşünürümüze göre. Evet, Emeviler’le birlikte devletin dine müdahalesinden bahsetmek mümkün. Osmanlı’nın da idare şeklinin saltanat olması zaman zaman dini zorlayacak müdahalelerin sebebi olmuştur. Devlet’in din üzerindeki baskısı ulema ile ümerayı sık sık karşı karşıya getirmiş, zaman zaman taraflara acı bedeller ödemek de düşmüştür. Ama daha çok devlet idaresine taalluk eden bir kaç hususu dinin bütünü telakki edip, devleti dinin müstahsili gibi takdim etmeyi ne tarih teyid eder, ne de şuur. Ama ne ehemmiyeti var; sosyoloğa parlak lâf, rahatsız edici kelâm lâzım. Gerisinin lâfı mı olur?
Kelâmın şehveti sosyoloğun kanından diline doğru hücumlarını arttırdıkça tesbitler(!) hezeyandan cünâna kanad çırpıyor. Ve beşer aklını mahcubiyetten yerin dibine geçirecek o tesbitlerden biri dökülüyor düşünürün ağzından:
“İkinci olarak da İslamcıların aslında akılla en erken tanışan Müslümanlar olmaları itibariyle, akıllarını kullanmalarından kaynaklanan bir şekilde dine yeterince inanmamaları gibi bir durum var.
“Evet. Mesela ilahiyatçılara bakarsanız, ilahiyatçıların çok azı dindardır. Hakiki dindarlar dini bilmeyen insanlardır. Dini bildiğin zaman inanma şeyin azalıyor. Bu çok net bir şekilde görülen bir şey. Çünkü dinin hakikatle olan ilişkisi yüzeysel ve araçsaldır.”
Bu hayasız hükme göre, dini en iyi yaşayan Hazreti Muhammed (A.S.V.) bir yalancı, en yakın sahabeleri ile müctehid ve ulâmanın alayı sahtekârdırlar. Zirâ, dini iyi bilen bu insanların, bu akıl dışı hakikatsız şeylere inanması aklın kabulünden uzakdır. “Çünkü dinin hakikatle olan ilişkisi yüzeysel ve araçsal” olduğundan bu akıllı insanların ona ittiba etmekte samimi olmaları mümkün değildirDemek, yaptıkları şeyi ifade edecek en doğru kelime: Sahtekârlık ve aldatmakdır, Bilici’ye göre.
Bilinci’nin imanını tartışacak değilim, ancak kelâmı küfürdür ve küfürdendir. Temenni ederim ki, söylediklerinin şuurunda olmamış olsun. Belki cünûnu lehinde kullanılır ve sebeb-i necâdı olur.
Bu hükmün sonrasında geveledikleri, Muharref Hıristiyanlık ile Yahudilik için söylese mahza hakikat telakki olunabilir. Batılı bütün filozof ve düşünürleri ateizm veya deizme sürükleyen bu muharref yapıya, bu hezeyanlar manzumesine “din” deyip, bu rezil çuvala İslâmiyet’i de koymak, akıl ve iz’ana dehşetli bir hakaret, bir haksızlıktır. Batı felsefesinin en çiğ ve en ebleh taraflarını zihnimize, “hakikat” diye boca etmeye çalışan Bilici, o salaklar alayını dinsizleştiren muharref dinlerinin İslâmiyet’le aralarında Sera’dan Süreyya’ya kadar bir mesafe ve bir farkın olduğunun takdirinde acze düşmüş. Haham ve papazların hezeyanları ile İslâmiyet’i mahkûm etmeye çalışıyor.
“Dinin esası aslında dine dair ümit, yani samimiyet. Onun dışındaki şeyler çoğunlukla tarihsel bahanelerdir!” diyerek İslâmiyet’i muharref dinlerin derekesine düşürmeye çalışan Mücahit, Resûl ve şeriatını tardetmekte beis görmüyor. Din, ümid etmekten ibaretse, Resûl ve Şeriat ile dünyevî hayatın bütün haz ve lezzetlerini mahvedip Cehennem’e çevirmenin ne âlemi var? Değil mi, sevgili düşünürümüz!.. Bu durumda, yaşasın hayvanlık, demek gerekmiyor mu?
Mücahit’ten bir nebze hakperest olmasını beklemeye hakkımız olsa idi, şimdi söyleyecekleri hususunda olurdu. Diyor ki:
“İslam bugüne kadar Türkiye’de saldırıya uğrayan bir şeydi. Şimdi savunma durumundan çıkıp meydanda kendi olarak bulunma imkânı buldu. Ve çöktü. Hangi anlamda çöktü? Kurumsal olarak bahsediyorum. Yani bir toplumsal kurum olarak dinin Türkiye’de ne olduğu ortaya çıktı. Artık daha çok insan –ki Batı’daki Aydınlanma da bundan ibarettir– daha çok insan dinin ne olduğunu sormaya, öğrenmeye başlıyor.”
Sanırım “saldırı” devri ile Kamal Atatürk’le başlayıp Ak Parti iktidarına kadar olan zaman dilimini kastediyor. Ak Parti iktidarı ile bu “saldırı” devri bitince dinin de ne kadar hakikatsız olduğu anlaşılmış ve çökmüştür, Bilici’ye göre. Aman ne saâdet, değil mi sayın Bilici?
Mirim, söylediklerinizin, “Kur’an tercüme edilsin ki, Arab Uşağı’nın yaveleri herkesçe anlaşılsın!” diyen Kamal Atatürk’ün söylediklerinden farkı ne? O, bari cepheden taarruza geçmişti, mertti, gözü pekti; siz içerden harekete geçmiş olmakla derekenizi büsbütün düşürmüyor musunuz?
Kilise ve havranın karanlıklarını daha koyu bir karanlıkla yırtmaya çalışan Batı dinsizliğine “aydınlanma” deyip Müslümanları o uçuruma sevketmekte nasıl bir maslahat görüyorsunuz? Yahut maksadınız ne?
“Deizm denilen şey, aslında İslam’ın kabuk bağlamamış hâlidir.” buyuruyorsunuz! Yani: Dinin en saf, en temiz, en parlak ve en takdire şâyân şekli, değil mi efendim! O zaman Peygâmbere, kitaba, hayatı yaşanmaz hâle getiren bunca tekellüfe ne gerek var!.. Bir yaratıcının var olduğunu bildikten sonra, her türlü hayvanlığa sonsuz bir hürriyet bahşeden bu mutlak hayvanlığı, din diye takdim eden şuurunuzla tuttuğunuz aydınlık, aydınlık değil, zifirî karanlıktır.
Başkasını bilmem ama kendinize dehşetli bir haksızlık ettiniz. Düşünce buhranının intihara sürüklediği Beşir Fuad’dan bir farkınız olmalıydı! Vâkıa var: Fuad, maddî müntehirdi, siz mânen intihar etmişsiniz. Allah hidayet versin.
“Allah’ın emirleri çok temel, basit, esas şeylerdir; işte, din nasihattır, gerisi aşağı yukarı hikâyedir — onu söyleyebilirim.” diyerek sayıklamalarınızı bitiriyorsunuz, söylediklerinizin “hikâye” değil “masal” derekesinde bile olmadığını anlamadan. Yazık...
Makalenin uzamaya istidadı var, fakat daha fazlası abesle iştigâl olur. İhtiyaç hâsıl olursa, mevzua yeniden eğiliriz.
İlgili yazı: http://medyascope.tv/2018/03/20/islamin-guncellenmesi-mucahit-bilici-ile-soylesi/