Birkaç yıl oluyor. Eğitim Fakültesinden öğrenci arkadaşlar, birinden bahsederek konuşmamızı istediler. Umumi sohbete katılan bu arkadaş, sessizce biraz dinledikten sonra, "Ben Allah'ı kabul ediyorum ama peygamberleri, özellikle son Peygamber'i kabul etmiyorum" deyiverdi. Biraz daha açık ve derin olması için, hususî olarak bir odada üç saati geçen süre, ders okuyup sohbet ettik.
Peygamber Efendimizin (asm), özellikle aile hayatı ve diğer bazı uygulamaları ile ilgili daha önce de bir başka üniversiteliyle bizzat Salih Suruç'un iki cilttik "Efendimizin Hayatı" kitabını da yanımıza alarak, dört saati geçen bir mütalaamız olmuştu. Arkadaşımız, dersin sonunda kendi ifadesi ile, "Çeşitli müşkillerim kafamda çivi gibi duruyordu. Şimdi bizzat en doğrularını okuyup öğrenince, sanki çiviler birer birer sökülüp atıldı. Hayatımın en rahat ve huzurlu günündeyim." demişti. Bundan anlamıştım ki iyi niyetli insan, doğru ve ikna edici bilgiye ulaşınca, inadı bırakıyor ve insafa gelebiliyor.
Yukarıda söz ettiğim ikinci arkadaş ise, maalesef öyle çıkmadığı gibi, inadı bile kırılamadı. Nereden yaklaşırsak yaklaşalım, bir sürü bahane ve kendi nefsini kandıran epeyce bir uydurma şeylerle, oyalanmaya devam etti. Fakat âcizane özellikle deist de denen bunlar ve bunlara yakın yaklaşımdaki arkadaşlarla konuştuğumuzda, bunları hidayetten uzak tutan en önemli hususun, bir peygamber lüzumuna inanmamaktan çok, peygamberi kabulle birlikte, ona göre bir mükellefiyet külfetine katlanma zorluğu. Yani ibadeti, yani emirleri yerine getirme; özellikle de haramlardan kaçınmanın nefislerine ağır geleceğini zannetmeleri. Alışkanlıklarını terk, yeni bir hayata giriş, iman ve ubudiyet gibi hep gayret ve hareket isteyen bir dinamizmin içinde bulunmak, her şeyi terke alışmış nefislerine ağır geliyor. Bu böyle olunca, inkârlarının bahanelerini de bulmaya, böyle bir mükellefiyetten kendilerini uzak tutmaya çalışıyor ve bunun bir de felsefesini yapmaya çalışıyorlar.
"Sanatlı bir eser sanatkârsız olmaz." basit kabulü ile birlikte, Allah'ı inkâra gidemiyor. Ama kabul ettiği ve zerreden küreye hükmeden, böylece sonsuz kâinatta sonsuz bir kudretle faal olan Allah, kendisine karışmasın istiyor. Son görüştüğüm arkadaşın itirazlarının satır aralarından bunu anladım. "Tamam, Allah var ama bize niçin karışsın ki? Beni yaratmış ama serbest bırakmış ya da niçin serbest bırakmış olmasın ki?" Bunlardan anladığım, tam serbest olma, bir cihetiyle nefsin emrine girme isteğinin dışında, iman ettikleri Allah'a isim ve sıfatlarıyla da tam inanmamış ve O'nu yine sonsuz rahmetiyle tanımamış olmaları da söz konusu.
Kâinatta ilim, hikmet ve sonsuz kudretiyle, tam bir denge, huzur ve sükûn ve değişmez kanunlarla hükmeden Allah, insanın huzur ve sükûnu, denge ve tanzimi için, bir kanun, tarz yani bir şeriat göndermez mi? İnsana, başta kâinat ve insanın yaratılış maksadını bildirmez mi? Onuncu Sözdeki muhteşem ifadeyle "Şöyle müzeyyen bir kâinatın öyle mukaddes bir Sâniine, öyle bir Resul-ü Ekrem ışık, şemse (güneşe) lüzumu derecesinde elzemdir." dememek mümkün mü?
Yani güneş var, ışığı yok. Olamaz. Allah var, kâinatı, insanı yaratmış. Fakat bu yaratma maksadını bildirmemiş, bildirmiyor. Olur mu böyle bir şey? Hikmete, hakikate kıt da olsa, akla uygun mu yani? Nihayetsiz güzel olduğunu, kâinatın yüzüne serptiği güzellerle gösteren Zât, o güzelliği tarif edecek; bu muhteşem gösterinin sebebini açıklayacak, O'na tercüman olacak birini tayin etmez mi? Etmemesi mümkün mü? Başta insan, bunca mahlukata türlü nimetlerle kendini sevdirecek; sonra onlardan isteğinin ne olduğunu bildirmeyecek. Hakikate sığar mı?
Çok daha önemli ve can alıcı bir nokta daha var. Her şey misafirlerine göre mükemmel yapılıp tanzim edilmiş ve hazır bir saray var. Avizesinden, gece lambasına; yiyeceğinden, içeceğine; halısından, bineğine hiçbir şey noksan bırakılmamış. Misafirler, bu sarayın bir kapısından girip bir müddet sonra, sarayın diğer kapısından çıkarılıp bir yere götürülüyor, kayboluyorlar. Bir gün, beş gün derken aylar, yıllar geçiyor; bu durum devam ediyor. Şimdi bu keyfiyet karşısında, misafire düşen ilk iş nedir? Elbette bu muazzam sarayı kim kurdu? Bizi buraya getirip nazlı, niyazlı besleyen kim? Niçin besliyor, bizden ne istiyor? Sonra şu aramızdan ayrılanlar, nereye gidiyorlar? Biz sonra ne olacağız? Elbette bunları kendi aklımıza göre ve birbirimize sorarak halledecek değiliz. Bizim gibi diğer misafirlerden de öğrenecek değiliz. Herhalde şu sarayın Efendisi, bu maksatları bize anlatacak, tarif edici olarak, eline bir ferman verilip gönderdiği, yine bizim cinsimizden vazifeli biri olacaktır. İşte böyle bir vazifeyle gönderilen zâtlara, peygamber diyoruz.
İşte, başta bizim Peygamberimiz (asm), Rabbimizden aldıkları fermanlarla özetle şunu ahaliye bildiriyor: "Ey misafirler! Bu saraya hoş safa geldiniz. Bu sarayı gayet zengin, cömert, kudretli, merhametli Padişahımız kurdu. Sizi buraya getiren O'dur. Bu sarayı tam size göre tanzim edip sizi böyle merhametli ihsanlara da besliyor. Tâ ki bu sarayla ve bu ihsan ve lütuflarla kendini size tanıttırsın, sevdirsin, itaat ettirsin. Siz de O'nu tanıyıp itaatle sevmelisiniz. Buna, Padişahın değil, sizin ihtiyacınız var. Padişahımız, kendini tanıyıp sevip emirlerine itaat edenleri, biraz sonra buradan alıp başka ve daimi bir memleketine götürüp orada ebedî saraylarında yaşatacak ve onlara akla hayale gelmedik, daha dâimi ihsanlar, lütuflar yapacak ve kendisini de gösterecek. İtaat etmeyip üstelik isyan eden edepsizleri de müthiş, korkunç ve daimi zindanlarını atacak, cezalandıracak."
Bu nutku okuyan elçisinin bu nutkunu tasdik eden ve söyleyen o yaverin başka yardımcıları ve talebeleri de var. Onlar da her asırda geliyor; o nutku yeni izah tarzlarıyla bulunduğu asırlara anlatıyor.
Şimdi o yaver (elçi) bu nutkunu bitirir bitirmez, bizim misafirlerden herhangi biri kalksa dese ki "Yok, kat'a ve asla inanmayın. Biz şu kapıdan içeri girdik, yiyip içip zevk edeceğiz. Biraz sonra da öbür kapıdan çıkıp gideceğiz ve giderken oradaki cellat başımıza uçuracak. Böylece yok olacağız. Böyle haddini bilmez bir ukalaya ne dersiniz? Ya da ne demeli? İşte deist olup da peygamberleri inkâr eden böyle bir ukaladır ve bütün sözleri böyle bir divaneliğin ifadesidir.
Evet nübüvvet hakikati, inkâr edilemez bir sağlamlıktadır. Hususan Hz. Peygamberimiz (asm) bunun en son ve kendi kendine delil olacak, güneşin en büyük delili, ışığıdır, kaidesince peygamber olarak gönderildiğine başta kendisi delil olmuş bir Zat-ı âlikadrdır. Şu kâinatın Halık'ını, ilim ve sıfatları ile tanıtan, sağlam ve doğru itikadî esasları ortaya koyan peygamberlerdir ve hususan de son peygamber olan Peygamber Efendimizdir (ASM). Seni bu âleme gönderen Zât, senden ne istiyor? Bunu en güzel şekilde fiilen gösteren ve anlatan da yine o Zâttır.
Başta iyi ve kötünün, güzel ve çirkinin, hayır ve şerrin, yiyecek ve içeceğin sınırlarını ortaya koymuş; uygulamasını da bizzat öğretmiştir. Ahlakı ve faziletlerin en güzelini, bizzat anlatan, yaşayan ve bunu bütün hayatında gösteren de o Zâttır. Aile hayatından, toplum hayatına; sanattan, siyasete; fertten devlete; komşuluktan diğer sosyal münasebetlere en güzel örnekleri de O'nda görüyoruz. Geçmiş kavimlerin ibretlik, en doğru haberlerini de yine O'ndan öğreniyoruz. Kabir ve sonrasını, ahiret hayatının merak-ı mucip hallerini de O haber veriyor.
"En doğru ve mükemmel bir örnek bir insan nasıl olur?" sualinin en güzel cevabını da peygamberlerden, hususan Peygamberimizden(ASM) öğreniyoruz, bunun örneklerini onlarda görüyoruz. Zaten O, böyle bir örneklik için gönderilmiştir.
- Metin bir kalp,
- kopmaz ve bitmez bir azim,
-parlak bir gelecek öngörüsü,
-hüsn-ü muaşeret dediğimiz en güzel davranışlar,
-zühd ve takva gibi hasletlerin bir arada O'nda tezahürü de parlak delillerden değil midir?
Bir peygamber, örnek insanda aranacak başka ne olabilir ki?
Roma ve Sasani gibi ahlaken çökmüş, sosyal yönden de rezalet içinde, birbirinin yok olmasına çalışan iki devletle sarılı ve birbirinin mahvına çalışan kabileler arasında; kumar, içki, zina gibi adetlerin yaygın olduğu bir muhitte, okuma yazması olmayan, kimseden ders aldığı ve uzak bir yere seyahat ettiği de görülmemiş bir Zat, bu devletleri dize getiriyor ve dünyayı versen, bir araya gelemeyecek kabileleri kardeş ilan ediyor. Onlar arasında uhuvvet ve muhabbeti, ensar ve muhacirin gibi eşi benzeri hâlâ görülmeyen bir kardeşlik münasebetini tesise muvaffak oluyor. Fakat ilk başladığı ahlakî keyfiyetinde hiçbir değişiklik olmuyor. Dünya adına bir mirası da yok.
Böyle bir inkılâp ve değişimi, hangi bir güç ya da terbiye sistemi ile yapmak mümkün? Okuma yazma bilmeyen, sadece peygamber değildi. Koca bir kabilede ancak bir iki kişi okuma yazma biliyordu. Ümmiydiler, fakat fikirlerini şiirle ifade ediyorlardı. Dönemin panayırlarında, en revaçta eğlence, şiir yarışmalarıydı. Fakat bu şiire hurafeler, uydurma hikayeler ve hayalî masallar hâkimdi.
İşte Hazret-i Peygamber, Kur'an-ı Hakîmle böyle bir muhitte, belki de yeryüzünün en kalabalık, hakikate en muhtaç bölge ve insanları arasında zuhur etti. Getirdiği hakaik ve yaptığı inkılâp ile, gönülleri ve asırları ışıklandırdığı ortada.
Evet dostlar, temiz, nezih, örnek bir hayatla tam bir hüsn-ü misal olarak, insanlık semasında kandil gibi yanan, on dört asrı ışıklandıran Hz. Peygambere (asm) inkâr ya da tereddütle yaklaşmak, öyle bir zan taşımak, normal insan hâli olamaz.
Selam ve dua ile.