Cemal, Celal ve Kemal Aynasında
Peygamberi anlatmak noktasında üçüncü bir sorun da içerik (esas) noktasında yaşanıyor. Günümüzdeki bazı eserlerde iki türlü bir anlatım söz konusu olmaktadır. Bunlardan birisi, günümüz Hristiyan dünyasının Hz. İsa algısından modellenen cemal merkezli bir Muhammed Mustafa portresidir. Bu portrede sevecen, şefkatli, hoşgörülü ve bağışlayıcı bir Peygamber temessül etmektedir. Bu tür eserlerde nispeten hayatın içinde, insan, kul ve resul kimliğinin birlikte yansıtıldığı bir nebi portresi yerine, mistik, tasavvufi, hayatın dışında, rüyalarda ve dualarda yaşayan bir nebi portresi sunulmaktadır.
Öte yandan günümüz Musevi dünyasının Hz. Musa algısından modellenen celal merkezli bir Muhammed Mustafa portresi de mevcuttur. Bu portrede taviz vermeyen, öfkeli, sert, eli kılıçlı bir Peygamber temessül etmektedir. Oysa Peygamberimizde asıl olan cemalin ve celalin ahenk içinde bulunduğu “kemal” halidir. O takvası, ubudiyeti, ciddiyeti ve metaneti ile aynı anda hem içe ve hem de dışa dönük mesaj vererek enfüsi ve afaki planda bir denge için-de olduğunu her daim bizlere ispat etmektedir.
Günümüzde Peygamberimizle ilgili yapılan çalışma-ları incelerken bunların bir çoğunda yukarıda belirttiğimiz cemal-celal dengesinin tam olarak sağlanamadığını görüyoruz. Gerçekte cemal ve celal dengesinin sağlanması, Peygamberimizin akıllarımızın muallimi, kalblerimizin mahbubu, nefislerimizin müdebbiri (terbiyecisi) olması ve sair latifelerimizin onun marziyatı doğrultusunda kullanılması ile müm-kündür. Aklımızın, kalbimizin, ruhumuzun, nefsimizin ve diğer latifelerimizin dengede olduğu bir hal onu anlamamızı ve anlatmamızı kolaylaştıracaktır. Bunu sağlamanın en kolay yolu ise enfüsü ve afaki tefekkürün her daim hayatımıza hakim olmasıdır. Bunu gerçekleştirebildiğimizde insan, kul ve resul olan bir Peygamber içimizde yer edebilecektir.
Aslında burada sorun Peygamberimizin insaniyetini, şahsiyetini, mahiyetini, hakikatini, ubudiyetini, enfüsi ve afaki tefekkürünü, mucizelerini, Risaletini, getirdiği İslamı ve şeriatını bir bütün halinde kavrayama-maktan kaynaklanıyor. Onun Risaleti itibariyle kul ile Rabb’imiz arasında, kulluğu ve insaniyeti itibariyle de kâinat kitabı ile Kur’an arasında bir yerde bulunduğunu idrak edemememiz onu bütün boyutlarıyla anlamamıza engel oluyor.
Evet, o kulluğu, dolayısıyla insaniyeti itibariyle kâinat kitabı ile Kur’an arasında bir yerde durur. Sanki Kur’an onun bu vazifesi için nazil olmuş, sanki kâinat onun bu vazifesi için yaratılmıştır. Nitekim Rabb’imiz bir hadis-i kudside onun için “Sen olma-saydın (ya Muhammed), sen olmasaydın kâinatı yaratmazdım” demiştir. Bunun içindir ki kâinattan onun nuru çıksa kâinat vefat edecektir. Çünkü o, kâinat ağacının hem çekirdeği, hem de meyvesidir. Çekir-deksiz bir ağacın yaşaması ne mümkün; meyvesiz bir ağaç ne kadar abes…Onun eserlerini, siyerini, hayat tarihçesini… örnek almadan bir kimsenin selamet ve safa yolunu bulması ne mümkün, ne abes…
O, kâinat kitabının menbaını ifade eden yüksek dellal, doğru keşşaf, müdakkik üstattır. Kâinatta tecelli eden Esma-i İlahiyenin kemalatını ifade eden bir rehber, hakikatini talim ettiren bir muallimdir. Bu-nun içindir ki kâinatın renkleri, ziynetleri, süsleri, ışıkları, ziyaları, sanatları, harikaları, rabıtaları onunla anlaşılır. Kâinatta tezahür eden ve hayatımızı anlamlandırmamıza basamak teşkil eden hikmet, ina-yet, rahmet, cemal, nizam, mizan, ziynet gibi meşhut hakikatler onunla hissedilir.
Hal ve hareketleri, fiilleri ve sözleri, topyekun hayatı ile Kur’an’ın yegane tefsiri olan Muhammed Mustafa (s.a.v.), insanlar için kâinat ile Kur’an arasında tercümanlık vazifesini de görür. Kâinatı Kur’an, Kur’an’ı da kâinatla bize anlatır. Onda zahiri ve batini duygular o kadar kemal derecesindedir ki, bu haliyle insanı kâinat ve Kur’an üzerinden Rabb’ine ulaştıracak bir yolu herkesin idrak edebileceği şekilde sunar. Bunun içindir ki kâinat büyük bir insan tasavvur edilse onun nuru kâinatın aklı olur. O aklın cisimleştiği manevi şahsiyetiyle kâinatın kemaline fihriste olarak bütün saadetlerin ve medeniyetlerin düsturlarını içeren bir şeriat ortaya koyar.
İlahı kalemin mürekkebi olan Muhammed Mustafa’nın hayatı Rabbani bir mektuptur ki, kâinattaki şuur sahibi varlıklara kendini okutturur. Onun nuru ilahi tecellilerin mazharı ve ma’kesidir. Esma-i Hüsnanın ve İsm-i Azamın aynasıdır. Güneş gibidir; ışığıyla kendini gösterdiği gibi, karanlıktaki varlığı da ışığıyla aydınlatarak gösterir.
Habibiyet derecesine çıkan külli kulluğu ile kendini O’na sevdirir. Risaletiyle O’nu mahlukatına sevdirir. Esma-i İlahiyenin cemalini bütün varlığı ile gösterir. Cemal isminin cilvesi olan bütün cemaller yani cemal-i zat, cemal-i esma, cemal-i sanat, cemal-i masnuat o cemal-i ayine-i Ahmediye’de, o habibiyette görülür.
Onun mahiyeti hayatımızın menşei, çekirdeği ve madenidir. İrşadıyla kalplerin derinliklerine nüfuz eder. En ince hissiyatları fıtrata uygun şekilde heyecana getirir. İstidatların inkişafına yol açar. Kur’an ile ahlaklanmış olarak yüksek ahlakı tesis eder. Nefsani arzuları helal dairesinde kullanmanın yolunu gösterir. İnsanın cevherinden perdeyi kaldırarak, insana kendisini ve Rabb’ini tanıttırır. Bunun içindir ki o milyonlarca insanın rehberi ve mercii, akılların muallimi ve mürşidi, kalblerin münevviri ve musaffisi, nefisle-rin mürebbisi ve müzekkisi, ruhların medar-ı inkişafı ve maden-i terakkiyatıdır.