9-Risale-i Nur, iman ve Kur'an davasını, bu çağın ihtiyacına göre çözümler. Bunu “Üstad-ı hakikî Kur’ân’dır. Tevhid-i kıble bu üstadla olur”(Mesnevi-i Nuriye, 16) yaklaşımıyla yapar.
Risale-i Nur, metotlar geliştiren ve kendine özgü bir terminolojisi, kavramlar haritası, önceliği ve tefekkür dokusu ile tecdit inşası olan bir eserdir.
Risâle-i Nur, “tasavvur değil, tasdiktir. Teslim değil, imandır. Marifet değil, şehadettir, şuhuddur. Taklit değil, tahkiktir. İltizam değil, iz’andır. Tasavvuf değil, hakikattir. Dâvâ değil, dâvâ içinde burhandır.”(Sike-i Tasdik-i Gaybi, 324)
Medeni muhatap arar. Muhtaç olanlara ve ihtiyaç duyanlara hitap eder. "Müşteri aramaz." ”(Emirdağ Lahikası, 285)
“Medenîlere galebe çalmak ikna iledir, icbar ile değildir.”(Divan-ı Harb-i Örfi, 13) yaklaşımıyla galip gelme yolu, medenilere ikna ile meselesini anlatmaktan ve ona hakikati sunmaktan ibarettir.
10-Risale-i Nur hizmetlerinde, nebevi/peygamberi metotlar esastır.
“...bir Kur’ân dersi vermek lâzımdır ki, küfr-ü mutlakı ve mütemerrid ve inatçı dalâleti kırsın...”(Tarihçe-i Hayat, 846)
Tebliğin günümüze hitap eden metot ve tarzlarını Kur'an ve sünnet üzerinden inşa eder.
“…mânevî bir elektrik olan Resâili’n-Nur dahi ne şarkın malûmatından, ulûmundan ve ne de garbın felsefe ve fünunundan gelmiş bir mal ve onlardan iktibas edilmiş bir nur değildir. Belki, semâvî olan Kur’ân’ın şark ve garbın fevkindeki yüksek mertebe-i arşîsinden iktibas edilmiştir..” (Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 98)
Sonuç planlamaz. Sadece vazifesini yapar. Allah'ın vazifesine karışmaz. “…insanın elindeki cüz-ü ihtiyarî ile işledikleri ef’allerinde, Cenâb-ı Hakka ait netâici düşünmemek gerektir.”(Lem’alar, 228) Yani, muvaffak olmak veya olmamak, yapması gereken vazifeye dahil değildir. O Allah'ın vazifesidir.
“…Elbette nefs-i emmaresini tam ikna eden ve vesvesesini tamamen izale eden bir ders, gayet kuvvetli ve hâlisdir…”(Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 263)
Sonuç odaklı değil, süreç odaklıdır ve yüksek sorumluluk altında olmayan nur talebelerini ikaz eder.
11-Risale-i Nur talebelerinin asli görevi insanların imanını kurtarmak ve taklidi olan imanı tahkiki yapmaktır.
Bediüzzaman, “Hakaik-i imaniye, herşeyden evvel bu zamanda en birinci maksat olmak ve sair şeyler ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalmak ve Risale-i Nur’a hizmet etmek en birinci vazife ve medâr ve merak ve maksud-u bizzat olmak lâzımdır.”(Tarihçe-i Hayat, 367) sözleriyle Risale-i Nur’a talebe olmanın önemini belirtmiştir. Çünkü “…bu zamanda en büyük bir ihsan, bir vazife, imanı kurtarmaktır, başkaların imanına kuvvet verecek bir surette çalışmaktır”.”(Tarihçe-i Hayat, 600) Bu ise, ancak Risale-i Nur yoluyla gerçekleştirilebilir ve “Risale-i Nur hakaik-i İslâmiyeye dair ihtiyaçlara kâfi geliyor, başka eserlere ihtiyaç bırakmıyor. Kat’î ve çok tecrübelerle anlaşılmış ki, imanı kurtarmak ve kuvvetlendirmek ve tahkikî yapmanın en kısa ve en kolayı Risale-i Nur’dadır.”(Tarihçe-i Hayat, 350)
“…iman-ı tahkikî ise yalnız akılda durmuyor. Belki hem kalbe, hem ruha, hem sırra, hem öyle letâife sirayet ediyor, kökleşiyor…”(Kastamonu Lahikası, 36)
Cenab-ı Hakk insanı kendisini tanıması (marifetullah) ve kendisini sevmesi (muhabbetullah) için yaratmıştır. Bu nedenle insanın en yüksek mertebesi ve makamı marifetullahtır. İnsanın elde edebileceği en yüksek saadet ve nimet ise yine marifetullah içindeki muhabbetullahtır.
“…bütün hakikî saadet ve hâlis sürur ve şirin nimet ve sâfi lezzet, elbette marifetullah ve muhabbetullahtadır.”(Mektubat, 318)
Risale-i Nur talebelerinin görevi ise marifetullah ve muhabbetullah kapılarını açacak okumalarla, iman ve ubudiyet/kulluk şuurunu arttırmaktır.
İslami meseleleri, bilhassa imana ait konuları izah ve ikna şeklinde ispatlamaktır, delillendirmektir.
Bu sayede “Binler, belki yüz binler talebelerin şirket-i maneviye-i uhreviyelerine hissedar olup, kendi işlediği hayırlar ve iyilikler cüz’iyetten çıkıp küllileşecektir.”(Tarihçe-i Hayat, 601)
12-Risale-i Nur’da ruhban sınıfı yoktur. Cemaati geleneğinde ve Bediüzzaman’ın hayatında ve birlikte hizmet şeklini/tarzını inşa ettiği ağabeyler ve diğer nur talebelerinde de imtiyazlı bir temsil, üst komuta veya otorite anlamında bağlayıcı kişilik hakimiyetine dayalı bir sistem yoktur.
“Biz Kur’ân şakirtleri…, burhana tâbi oluyoruz, akıl ve fikir ve kalbimizle hakaik-i imaniyeye giriyoruz. Başka dinlerin bazı efradları gibi ruhbanları taklit için burhanı bırakmıyoruz.”(Hutbe-i Şamiye, 16)
Herkes izah, ispat ve ikna gücünü Risale-i Nur üzerinden delillendirmek zorundadır. Bunun dışına çıkan tutum ve uygulamalar genelde kabul görmediği gibi, bağlayıcı bir değeri de yoktur. Şahıs ve kişilik tasarrufu ve kendince oluşturduğu bir mizaç ve küme olarak görülebilir.
Risale-i Nur, kendisini okuyan herkesin ve mensubunun hareketleri üzerinden sorgulanamaz. Kendi metinleri, müellifi ve saff- ı evvel uygulamaları üzerinden düşünmek ve değerlendirmek gerekir.
13-Risale-i Nur, maddi bir organizasyon değildir. Beraberliğin esası manevi sığınma, birlikte imanların takviyesi, amelleri güçlendirme ve kardeşliği tesis etmektir.
Maddi unsurlar ve ihtiyaç olan asgari şartlar ile masrafların karşılanması için, rıza esasına dayalı aidiyet duygusu ile ve herkesin kendi takdir ve talebine göre katkı yaptığı bir usulü vardır. “Tevekkül, kanaat ve iktisat öyle bir hazine ve bir servettir ki, hiçbir şeyle değişilmez. İnsanlardan ahz-ı mal edip o tükenmez hazine ve defineleri kapatmak istemem”(Mektubati 19) diyen Bediüzzaman’ın karşılıksız hediye almaması ve ömrü boyunca "iktisat ve bereketle" yaşaması, son derece kıtlık ve tasarruf içindeki hayatı ve istiğnası ile eserlerini bile para ile alması, maddi önceliğin ve para gücünün asla belirleyici olamayacağı hususunda son derece duyarlı bir icra ve tarzı hatırlatmaktadır.
14-Risale-i Nur, dikey bir yapılanma ve ast üst ilişkilerine dayalı otoriter bir hiyerarşiyi asla kabul etmez.
"Ehl-i tasavvufun mâbeyninde fenâ fi'ş-şeyh, fenâ fi'r-resul ıstılahatı var…Fakat onların bu düsturu, bizim meslekte fenâ fi'l-ihvân suretinde güzel bir düsturdur. Kardeşler arasında buna tefânî denilir”(Lem’alar, 271).
Mensupları, müminler ve insanlar arasındaki en güçlü bağı, muhabbettir. "Biz muhabbet fedaileriyiz."(Divan-ı Harb-i Örfi, 37) parolası ile hareket ederler. Beraberlikte "Ref-i imtiyaz"(Divan-ı Harb-i Örfi, 19) üzerine kurulu birliği sağlayan bir temellendirmeye bağlı eşitlik ve özgürlüğü baz alır. Yani insanların iradelerine değer verir, onların akıllarına hitap eder, kararlarını baskılamaz. Risale diliyle "Akla kapı açar, ihtiyarı elden almaz."(Sözler, 457)
15-Risale-i Nur, amme vicdanına ve efkar-ı ammeye duyarlıdır ve “…dehşetli rahnelenen kalb-i umumî ve efkâr-ı âmmeyi ve …bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umumîyi Kur’ân’ın i’câzıyla o geniş yaralarını, Kur’ân’ın ve imanın ilâçlarıyla tedavi etmeye”(Şualar, 163) çalışır.
Toplumsal istişareye açıktır. "Milletin imanına hizmet"(Tarihçe-i Hayat, 576) ettiği için elbette onun birliğine, kardeşliğine, ayırıcı unsurları ayıklamaya çalışır.
“…cemiyetin iç hayatını, mânevî varlığını, vicdan ve imanını terennüm ediyorum. Yalnız Kur’ân’ın tesis ettiği tevhid ve iman esası üzerinde işliyorum ki, İslâm cemiyetinin ana direği budur.”(Tarihçe-i Hayat, 784)
İman bağını esas alacak bir duyarlılıkla, ana cemaati "İslam cemaati" olarak görür.
"Cemiyetin selameti"ni, güvenlik ve esenliğini baz alan toplumsal okumalara duyarlı ve onun ayrışmaz ve ayrıştırmaz parçasıdır.
16-Risale-i Nur, müellifine imtiyaz tanımayan, müellifi Bediüzzaman’ın da eserini yüzlerce defa okuyarak kendisini talebesi gördüğü bir Kur'an tefsiridir.
“Tefsir iki kısımdır: Birisi, malum tefsirlerdir ki, Kur’ân’ın ibaresini ve kelime ve cümlelerinin mânâlarını beyan ve izah ve ispat ederler. İkinci kısım tefsir ise, Kur’ân’ın imanî olan hakikatlerini kuvvetli hüccetlerle beyan ve ispat ve izah etmektir. Bu kısmın pekçok ehemmiyeti var. Zâhir malûm tefsirler, bu kısmı bazen mücmel bir tarzda derc ediyorlar. Fakat Risale-i Nur, doğrudan doğruya bu ikinci kısmı esas tutmuş, emsalsiz bir tarzda muannid feylesofları susturan bir mânevî tefsirdir.” (Şualar, s. 638)
"Kur'anın manevi bir mucizesidir" ki(Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 89) bizi Kur'an öğrencisi yapıyor, ona bağlıyor. "Dünya zevki namına bir şey bilmiyorum."(Tarihçe-i Hayat, 784) diyen bir müellifin şahsi eseri olmadığını ve tamamen kesbi olmayan, vehbi bir ilmin sünuhat kabilinden ilahi bir ikramı ve sofrası olduğunu ifade eder.