“Gece-gündüz bir rüyada gibiyim”, dedi bir gün eski dostum!.
“Hayır hayır, aslında..” diyerek de devam etti:
“Aslında bir rüyadan çok, sanki emaneten bulunduğum bir mekanda geçmekte her günüm. Nereye gidersem gideyim ve kaç yaşıma varırsam varayım, her an: ‘tamam, bitti!..’ denilebilecek bir ânın tedirginliğinde gibiyim! Yaşantım bir yolculuk hali adeta. Ve kendimi bildim bileli, ait olduğumu hissettiğim bir yerde yaşamadım sanki hiç!...”
Nicedir bastırılmak istenen mahzun duyguların söz dinlememesi, sözcüklere hükmetmesi haliydi bu hal. Ve 'fırsat bu fırsat' telaşıyla, hüznü ifadeye devam ediyorlardı:
“Sabah, mühim bir şeyi bekleyerek uyanıyorum. Geceleri ise, ‘neredeyim böyle, bu daha ne kadar sürecek acaba?’ diyerek dalıyorum rüyalarıma. Yani, bir mahkumun vakit doldurma uğraşıyla yaşıyorum adeta!. Sanıyorum ki her şey, ama her şey; sırf ben ‘o ânı’ beklerken canım sıkılmasın diye yaşantıma girmiş birer uğraşıdan ibaretler…”
“Ve ruh halim, bir sürgünün bitmek bilmeyen gurbetini kabullenme hüznüyle eşdeğer halde!...”
O an, “bitmek bilmeyen gurbet” diye tekrar ettim hissiyatıma tercüman olan son kelimelerini; işte, meselenin çözümü burada olsa gerekti.
Ardından, hayatımıza rehber edinmemiz için gönderilen Yüce Kur’ân’a, böylesine ‘hayatî’ bir konu hakkında da başvurmanın tam zamanıdır dedik birbirimize ve: “…Hiç şüphe yok ki biz, Allah içiniz ve muhakkak O’na döneceğiz!” (1) ayetinin kapısında bulduk kendimizi...
“Başka söze ne hacet, ‘Allah için’ olan bizleri, başka birileri teselli edebilirler mi hiç?” dedi dostum tasdik içinde…
* *
Bir başka gün, gurbeti Almanca nasıl anlatabileceğim konusunda bocalamaktaydım.
Ama sözcük dağarcığımdaki kıtlıktan çok, başka bir acizlikti bunun sebebi... Mesela "yabancı bir ülke" şeklinde tercüme edebilirdim bunu en çok… Sözlüklere baktım, faydasız.. Fark ettim ki, aslında kelimenin Türkçede kullanıldığı ilk (ve belki de artık tek) anlamı da pek farklı sayılmazdı bundan: “Doğduğu topraklardan uzakta olmak”..
Oysa kültürel mirasımızda, hele hele tasavvuf literatüründe gurbet kelimesinin ihtiva ettiği mana derinliği o kadar geniş idi ki; bu manaya atfen, ehlince nice müstakil eserler kaleme alınmış ve o derinlik üzerine zaman içinde özel bir üslup dahi bina edilebilmişti. Bütün bunların yanı sıra ve belki bunlardan daha da önemli olan ise, o manadan beslenen 'bir yaşam tarzı’ bile ortaya konulabilmişti kimi zirve kişiliklerce!..
Nitekim "tasavvuf berzahına uğramadan hakikati meslek edinmiş olan" Risale-i Nur’dan Altıncı Mektupta da, "asrın garibi" Bediüzzaman Hazretlerinin aynı temaya, yani gurbete dair bakış açısı ele alınmaktaydı.
Ne var ki bu bakış, bizim bakışımızdan daha farklı olmalıydı gurbete. Zira söz konusu Mektubun daha hitap kısmı bile, sanki başlı başına ‘mektuplar’ olabilecek derecede ve gurbetin asıl mahiyetini bildirir bir tarzda “sarsıcıydı”:
“Gayretli kardeşlerim, hamiyetli arkadaşlarım ve dünya denilen diyar-ı gurbette medar-ı tesellilerim,”...
Memleketinden sürgün edildiği uzak dağ köylerinde hem yaşlı ve hasta, hem de aylar süren yalnızlıklara maruz bırakılmakta olan bir insan için, bulunduğu hali değil de -tasavvufta da olduğu gibi- bu dünya hayatının bizatihi kendisini gurbet bilmek, kolay elde edilebilecek bir erdem olmasa gerekti.
Zaten ben ve dostum için o sözlerin asıl sarsıcılığı da burada, yani söylenen kadar- söyleyenin kimliğinde ve bunu söylediği andaki vaziyetinde yatmakta idi.
Çünkü gurbet kelimesini sadece sözlükteki yüzeysel anlamından ibaret bildiğimiz takdirde; hareketli bir yaşantıyla birlikte büyük bir itibar, haklı bir şöhret ve ilmî-fiilî mücadelelerle dolu bir geçmişe sahip bir insanın böylesine ‘hızlı’ bir yaşantıdan sonra karşılaştığı sürgünle, gurbetle ve de yalnızlıkla yoğrulmuş bir durağanlığa dayanamayacağını zannedeceğizdir.
Hareketli ve prestijli bir yaşantıdan sonra hem de öylesine şiddetli bir tecrit, yalnızlık ve ‘donmuşluk’; pek bir kimsenin kaldıramayacağı haldir zira.
İşte Bediüzzaman’ı o hale maruz bırakanlar da bu eylemlerine, gurbet hakkında sahip oldukları bu türden yüzeysel bilgilerinden dolayı kalkışmışlar; “Sürgünde susturulmuş olur ve bu gurbete-bu yalnızlığa dayanamayıp ölür gider nasılsa!...” demişlerdi.
Oysa Hazret, melankolik ‘aydın’ travmalarına uğramadan ve tam da insanın dayanma sınırlarını kat be kat aşabilecek bu türden bir acı ile yüz yüze bırakıldığı bir durumda iken, “asıl gurbetin” ne idigünü ders vermekteydi!
Üstelik bundan daha acaibi ise; o hassas kalp, görünürdeki bu maddî gurbetine “düşmanlarının pek hesaplamadıkları başka pek çok gurbeti de” ekleyerek, bu acıyı daha da ‘katmerlendirmekteydi’:
“İşte gece vakti, şu garibâne dağlarda, sessiz, sadasız, yalnız, ağaçların hazinâne hemhemeleri içinde, kendimi birbiri içinde beş muhtelif renkli gurbetlerde gördüm”…
Yani “bir gurbet” değil, birbiri içinde çöreklenmiş maddî-manevî “beş gurbetti” söz konusu olan:
- Hısım, akraba, akran ve tanıdıklarından birçoğunun vefatları dolayısıyla, o insanlarla arasına girmiş olan (birinci) gurbet,
- O gurbetle birlikte; bahar ve yaz mevsimlerinin sona ermesinden dolayı -“herkes gibi bendeki aşk-ı beka ve hubb-u mehasin ve muhabbet-i vücud ve şefkat-i cinsiye ve alâka-i hayatiye” diye tarif ettiği hissiyatının da gerektirdiği üzere (2)- hayli alakadar ve hayranı olduğu mahlukatın solması ve tabiatın "kış-kıyametle" bir nevi ölmesiyle oluşan (ikinci) gurbet,
- Memleketinden, akrabalarından ve sevdiklerinden ayrı düşerek, onlardan çok uzakta-ayrı olmasıyla hissettiği (üçüncü) gurbet,
- Gecede, dağların kimsesiz garibâne vaziyetlerinden gelen bir hüzünle hissettiği (dördüncü) gurbet,
- Ve bütün bunlarla birlikte, fani bir misafirhane olan şu dünyadan, ebede doğru yolculuğunda ruhunun yaşamakta olduğu ‘hayat gurbeti’ olan (beşinci) gurbet…
Üstelik böylesine "gurbet içinde gurbet" ve gönüller için taşınmaz bir yara olabilecek bu halin tasavvurunun sonunda ise, içinde bulunduğu bu acı durumu tam idrak ile gayet derin düşüncelere dalmakta ve: “Birden, "Fesübhânallah!" dedim, bu gurbetlere ve karanlıklara nasıl dayanılır düşündüm.” diyerek, o an yaşadığı hüznünü ve bunun karşısında düştüğü insanî acizliğini de tam olarak ortaya koyabilmekteydi.
Yani böylesi bir yalnızlık sürgününü planlayanların bu Zat'a vermesini umdukları o zulümlerinin etkisi, planlanandan çok daha fazla olmuştu görünüşte!.
Ne var ki Hazret, "planlanandan da etkili olmuş" işte bu dehşetli halin sonucunda bile, hem kendisi için Kur’ân’dan tam bir teselli bulabilmiş; hem de böylesi işkencelerde yaşadığını düşünenler için o karanlıkları nura çeviren bir yolu işaret ederek, düşmanlarını kahreden şu ‘umulmadık’ sonucu haykırabilmişti:
Birden, nur-u iman, feyz-i Kur’ân, lütf-u Rahmân imdadıma yetiştiler. O beş karanlıklı gurbetleri, beş nuranî ünsiyet dairelerine çevirdiler. Lisanım “Hasbünallah ve ni’mel vekil” söyledi.
Kalbim: “Eğer senden yüz çevirirlerse artık de ki: «Allah Teâlâ bana kâfidir. O'ndan başka mâbûd yoktur. Ben ancak O'na tevekkül ettim ve O, pek büyük olan Arş'ın sahibidir” (3) âyetini okudu… (4)
Böylelikle bir başka gün camide: “Dertlerimize deva, gönüllerimize şifadır Kur’ân“ denilmesi geldi aklıma. Üstad’ın bu dehşetli hale şifa olarak Kur’ân’dan istimdadını nasıl da tarif ediyordu bu güzel söz…
* *
Evet, “Allah içiniz ve O’na döneceğiz” İlahî fermanının da ifadesiyle, O`ndan gelip-O`na dönecek olan insanı fıtraten hiçbir şeyin tam mutlu edemeyeceği; insanın ise ancak bu hakikatin farkına varabildiği ölçüde gurbetler, acılar, olaylar, kişiler vs. karşısında eğilip-bükülmekten kurtulabileceği apaçık ortadaydı.
Ve işte bundan dolayı da mesele, kendimize tekrar tekrar hatırlatmamız gerekecek derecede büyük bir öneme sahipti kesinlikle!.
Çünkü bilhassa modern zamanların hiçbir şeyle tatmin edilemeyen "hayat yolcuları"; hissettikleri ama niçin ve nereye olduğunu pek kestiremedikleri bu yolculuklarını o vahyî hakikatlerle anlamlı kılamadıklarından dolayı, türlü türlü dertlere giriftar olmakta değiller miydi tam olarak?
Oysa “Kendini bu dünyâda garîb bir yolcu gibi say!” (5) şeklindeki Nebevî nasihat ise, tam da bu dünyanın gurbetliklerini pek hesaba almamamızı işaret buyurmaktaydı.
Tıpkı aynı nasihatle, cazibesi sadece "görüntüden ibaret" olmasına rağmen yine de gözlerimizi boyayabilen bu dünya sürgünündeki tutsaklıklarımıza karşı bir çare olarak, belki de “bir yolcu olabilme özgürlüğünün” bize işaret buyrulması gibi.
Çünkü ne de olsa bir memlekette geçici süreyle kaldığını bilen bir yolcu, kalbini hiçbir zaman o "mola yerine" tam bağlayarak esaret altına almaz ve alamazdı!...
Hem, nereye gidersek gidelim ve kaç yaşında olursak olalım, sanki ait olmadığımız bir yerde bulunduğumuzu bize hep hissettiren o duygularımızın mühim bir cevabı da, Ahsen-i Takvîm’i (6) tatmış olan insanın, o pâk aslına rücu etme arzusunda değil miydi acaba?
Zira ebedi yaşamı hep arzulayan, aklını kullanmasa ve kendi nefsini inkar etse bile “Sâni’i unutamaz” bir vicdana sahip bulunan insanı (7), O’nun yerine başka hangi isteği, hangi hedefi, hangi vuslatı tesellî ve tatmin edebilirdi ki?...
* *
Diğer bir gün, “Asıl Sevgili” ile arasında bir durak gördüğü bu gurbetten kurtulacağı günü “Şeb-i Ârus“ olarak tanımlayan Mevlana Hz.’nin, o düğün gecesindeki sevincini hayalimde canlandırmaya çalıştım. Hazret, o an ne kadar da mutlu olmuştu acaba?.
Bütün bunlarla birlikte, Bediüzzaman Hz.’nin bu meseleyi ve çözümünü özetlediği şu kısacık sözüyle, “dünya denilen bu diyar-ı gurbette“ asıl gurbetin ne idüğünü sanki biraz daha anlar gibi oldum:
“..asıl gurbette, kimsesizlikte kalan odur ki, iman ve teslimiyetle O’na intisap etmesin veya intisabına ehemmiyet vermesin.” (8)
O halde biz de demeliydik ki, “Madem Rahîm bir Hâlık'ımız var; bizim için gurbet olamaz”... (9)
Sözün özü, acınacak durum gurbette olmak değil, "asıl gurbetin ve kimsesizliğin" ne olduğunu bilememekteymiş sadece!.
Kaynakça:
1-Bakara Sûresi, 2/156.
2-Asa-yı Musa, Envâr Neşr., İst.2007, s.72.
3-Tevbe Sûresi, 9/129.
4-Mektubat, Envâr Neşr., İst.1986, s.25.
5-Buhârî, Rikâk, Bl.3; Tirmizî, Zühd, Bl.25.
6-"Biz insanı Ahsen-i takvîm'de yarattık." (Tin Sûresi-95/4)
7-Mesnevi-i Nuriye, Envâr Neşr., İst.1998, s.255.
8-Lem’alar, Envâr Neşr., İst., 1986, s.219.
9-a.g.e., s.228.