Newtoncu fizikten Kuantumcu fiziğe geçiş, belirli nedenler ve sonuçlardan, gözlemcinin de gözleneni etkilediği bir alana geçiştir. Meşhur Çift Yarık Deneyi'ni[1] hepiniz bilirsiniz. Dalga gibi hareket eden elektron taneciklerinin bir ölçüm cihazıyla gözlenmesinin ardından davranış şeklini değiştirip tanecik gibi hareket ettiği o ilginç deney. Bu deneyin öğrettiği şeylerden birisi de maddenin o kadar da determinist ve tekdüze hareket etmediğidir. Yani deneyin şartları tamamen aynı olduğunda bile gözlemcinin nazarıyla taneciğin hareket şekli değişebilir.
Tabii gözleyen, sadece gözlemekle/ölçmekle maddeyi nasıl etkiler? Fizikçi değilim, fazla malumat veremeyeceğim, ama 'olasılık hesapları' dediğimiz şey Kuantumculuğun bu tarafına bakıyor biraz. Yani biz 'olasılık/ihtimal hesaplarıyla' taneciğin orada tam olarak ne yaptığını, neyi yapmadığını veya neleri birlikte yaptığını anlamaya çalışıyoruz. Çünkü ilgili deney izlenince görülecektir ki; tanecik, aynı anda sanki hem hepsini yapıyor, hem de hiçbirisini yapmıyor. Yarıklara giderken tanecik olan tanecik, yarıklardan geçerken adeta potansiyeller dalgasına dönüşüyor.
Kuantum fiziğin sonu değil. Belki ilerde çok daha fazlasıyla karşılaşacağız. Belki Kuantum da bazı şeyleri eksik veya yanlış söylüyor olacak o zaman. Ancak bir açıdan onu beğeniyorum: Bana, maddenin sandığım kadar kesif ve sarsılmaz olmadığını gösteriyor. Yani bu teoriyle birlikte maddeye bakınca onun daha da latifleştiğini hissediyorum. Arızî olan vücudu anlamada da fehmime yardımcı oluyor. İsm-i Kayyum'un karşısında varlığımın ne denli 'rüzgâr önünde yaprak' bir varlık olduğunu kavrıyorum. Tabii yine de bilim tedricen gelişen birşeydir, hiçbir teorinin esiri olmamak gerek. Gün gelip daha güzeli, daha 'tam'ı, daha güzel manaları anlamamıza yardımcı olabilir.
Aslında bu ihtimal hesabı bizim bilmediğimiz birşey değil. Hatta bırakın matematiği, edebiyatta bile malumumuz birşey ihtimaller. Örneğin; bazen bizde de tek bir cümle bir dalga hareketi yapabiliyor. "Kızım sana söyledim, gelinim sen işit!" tarzı, her duyanda farklı bir tesir uyandırabiliyor. Bazen aynı kelime, muhatabın dünyasına göre farklı etkilerde bulunuyor. (Kompozisyon sınavlarından hatırlarız.) Farklı karşılıklar buluyor. Hatta söyleyenin zekavetine bağlı olarak belagatın da şiddeti artıyor. Aynı cümleyi duyan birçok insan, kendi ihtisas alanlarına göre, o cümlenin içinden hakikat devşirebiliyorlar.
Elbette insanî olanın, insana özgü sınırları var. Bir insan, tek cümlede kaç mana murad edebilir? Bir, iki, üç... "Oku oğlum baban gibi eşek olma!" derken virgülün yerine göre yaşanan anlam kaymasını veya eşsesli kelimelerle yapılabilen sanatları biliyoruz. Fakat insanın ağzından çıkan yine de insanîdir. Sınırlıdır. Vahy-i ilahîye yetişemez. Esmasında sınır bulunmayan Allah, bir cümlesinde kaç mana murad edebilir?
Bunun Bediüzzamanca cevabını aradığımızda 12. Lem'a bir vechini gösterir bize, 33. Söz'ün 19. Penceresi bir vechini. İkisi de aynı ifadenin tefsiridir. Fakat birisi afakî bir 'yedi sema' anlatımında bulunur, diğeri bir varlığın katlarını açar gibi daha enfüsî bir daireye yönelir. Ancak her ikisinde de Bediüzzaman "Yedi sema ancak bu manalardan ibarettir!" inhisarında bulunmaz: "Ve hâkezâ, bu âyetin külliyetinde, mezkûr yedi kat tabakanın yedi kat mânâları gibi daha çok cüz'î mânâları vardır. Herkes fehmine göre hissesini alır ve o mâide-i semâviyeden herkes rızkını bulur."
Demek isimlerine sınır koyulamayan Allah'ın murad ettiği mana sayısı rızkını arayan mahlukatın sayısıncadır, yani sonsuzdur. Zahiri manası ilk murad olunan olmakla birlikte rızkını arayanın nazarı, ihtiyacı ve ihtisası sayısınca da Kur'an bizimle konuşmaya devam edebilir. Lafzen nüzul bitmiştir. Fakat manaca keşfimiz sürmektedir. Ve biraz da bu yüzden zaman eskirken Kur'an gençleşir. Çünkü Kur'an zaman ötesi bir makamdan, nazar-ı âlâdan, ezelden gelmiş bir kelamdır.
İlginçtir, Bediüzzaman, kendisine ebced/cifir veya Sikke-i Tasdik-i Gaybî eserinde ifade ettiği işarat-ı Kur'aniye meselelerinde itiraz edenlere de Kur'an'ın bu küllî nazarını vurgulayarak cevap verir:
"Bunun, bu yanlışında beş vecihle hata var. Hem kitapları, ulemayı, tefsirleri görmediğine ve mânâ-yı sarîhî ile, mânâ-yı işârî ve mânâ-yı küllî ile hususî ferdlerin farkını anlamayan bir cehalettir. Necmeddin-i Kübrâ ile Muhyiddin-i Arabî gibi binler ulemaların, küllî hadiselere, hatta nefsin cüz'î ahvâline dair âyâtın mânâ-yı sarîhi değil, işârî mânâlarını beyan sadedinde çok yazıları var olduğu mâlumdur. Hem âyâtın mânâ-yı işârî-i küllîsinde her asırda efradı bulunduğu gibi, bir ferdi bu zamanda ve bu asırda Risale-i Nur ve bazı şakirtleri de bulunduğuna eskiden beri ulema mâbeyninde makbul bir riyazî düsturu olan ebced ve cifir hesabıyla bir tevafuk göstermek, elbette hiçbir cihetle ayatı şahsî fikirlere alet ediyor denilmez. Ve böyle diyen büyük bir hata eder. Ve dekaik-i ilmiyeye ihanet eder."
Yani ebced/cifir meselesinde veya işarat-ı Kur'aniye'de aslında itiraz edilen, Kur'an'da Bediüzzaman'ın veya talebelerinin kastedilebilirliği değil, Cenab-ı Hakkın bütün zamanlara uzanır kasıtlarının olamayışıdır. "Gayb'ın anahtarları Allah'ın katındadır, onu yalnız O bilir. Mutlaka O'nun bilgisi altında dalından düşen her yaprak, yerin karanlık derinliklerindeki her tane, yaş-kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır..." buyuran En'am 59, aslında Cenab-ı Hakkın nasıl bir nazar-ı âlâ'dan ve nasıl bütün mahlukatın geçmiş/gelecek bilgisini kuşatarak kelam ettiğinin de delilidir.
Ben şimdi bu noktada derslerinde Kuantumu örnek vermeyi pek seven, Batı kaynaklarında duyduğu her bilginin âşığı, ama İmam Buharî'ye bile güvenmez Mustafa İslamoğlu'na birşeyi sormak istiyorum: Allah, bir ayetiyle sence kaç manayı birden murad edebilir?
Buna nasıl bir sınır çizebildiğinizi cidden merak ediyorum. Çünkü öyle bir rahatlığınız var ki bu konuda, değil mana-yı sarihî yönüyle, Kur'an'da mana-yı işarî yönüyle her arayışı sapkınlıkla suçlayabiliyorsunuz. Yani, ya mana-yı sarihî ile mana-yı işarîyi ayıramıyorsunuz yahut da Allah'ı tek cümlede ancak tek manayı murad edebilir (o da mutlaka sizin anladığınız olmak zorunda) bütün zamanlara ve bütün fertlere kuşatıcı kelam edemez bir sınırlılıkta tahayyül ediyorsunuz.
Ortası yok gibi geliyor bana. Zira kelam-ı İlahî'de, gayet de makul manalarla, kendi zamanına işaretler bulunabileceğini; bunun Kur'an'ın hem ihbarat-ı gaybiyesine, hem nazar-ı âlâsının ve külliyetinin şanına yakışır olduğunu söyleyen bir âlimi, "Kur'an'da öyle birşey yoktur!" der gibi bir üslupla, "Ayet benim için indi!" demiş gibi yalanlayabiliyorsunuz? Yalanlamak yetmiyor bir de sapkınlıkla suçluyorsunuz?
Allah, bir kelamda kaç mana, kaç kişi, kaç zaman işaret ettiğini (haşa, bin kere haşa) size mi danışıyor kuzum? Size mi danışıyor ki, bu kadar rahat "Yoktur!" diyebiliyorsunuz? Nedir bu böyle Kuantumdan dem vurup Kur'an'ı Newtoncu okumak? Varlıktaki hikmetine ne ara tahdit koyabildiniz ki, kelamındaki kastına aklınızca tahditler koyabiliyorsunuz? Gittiğiniz yolun tehlikesinin farkında bile değilsiniz. Bu yol öyle tekfire koşan bir yol ki, yakında değil işarî manayı, sarih manayı sizin gibi yorumlamayanları bile reddedeceksiniz, belki ediyorsunuz da! Değil mi ki, geçen İmam Buharî'yi savunduğum için biriniz (bu tartışma İslamoğlu'nun beğen sayfasındaki bir paylaşımın altında yaşandı) bana 'müşrik' dediniz. Kelam-ı İlahî'yi böyle daraltan kafa, elbet İslamiyeti de kendi takipçi zümresi için (tevbe/haşa) pavyon kapatır gibi kapatır. Tahtiecilikten beklenen ancak budur.
[1] Faydalı bir kısa bilgi için: http://www.youtube.com/watch?v=q3H7wR_IR3w