İnsanın hayatında gelmesini hiç istemediği ânlar vardır. O ân kaderde yazılı olmasın, o dakika yaşanmasın istersiniz; ama kaderde yazılmışsa, olacak olan, olur ve o ân geliverir.
Geçen hafta Perşembe’yi Cuma’ya bağlayan gece yaşadığım, benim için, böyle bir ândı işte. Saat 02:00’ye doğru ağmışken, telefonda, almaktan her korktuğum o haberi almıştım. Ahmet ağabeyim, daha onbeş gün önce aynı zamanda dünürü olan diğer eniştemin vefatı vesilesiyle biraraya geldiğimizde ‘ölüm’e dair, ‘eriyen ömür sermayemiz’e dair konuştuğumuz Ahmet ağabeyim aniden, sessiz sedasız vefat etmişti…
Gelmesini hiç istemediğim o ân hissettiklerimi dile getirmem zor, dile getirmek de istemiyorum. Ama aldığım haberle gelen o ilk vuruştan sonra ruhuma yerleşen duygu, Üstadımın Divan-ı Harb-i Örfî’de ifade buyurduğu, duyguydu: ‘ulvî bir hüzün.’
Bir tarafta, kendisiyle bir gün Mesnevî-i Nuriye’den ‘dünya hayatını güzelleştiren sırlardan biri bu dünyayı Allah’a yolunda güzelce yaşamış insanların hatıralarıdır' mânâsını içeren bahsi de beraberce okuduğumuz; varlığıyla bu dünyayı güzelleştiren bir insanın aramızdan ayrılışının verdiği hüzün; ama öte yanda, onun güzel bir insan, salih bir kul, tertemiz bir müslüman olarak yaşadığına şahitlik edecek durumda olmanın verdiği huzur…
A Haber’de ‘daimî konuk’ olarak katıldığım Sahur Vakti’nin canlı yayınına başlamaya dakikalar kala arkadaşlarımız doğru bir refleks verip ‘profesyonel’liği bırakıp beni teselliye çalıştıklarında, bu ulvî hüznü, bu hüzünlü huzur halini şöyle ifade ettim kendilerine: “Onun adına üzülüyor değilim, onun gibi bir insan aramızdan ayrıldığı için kendimiz adına üzülüyorum.”
Kader bu ya, tam da o ölüm haberini aldığım günün evvelinde, çocukluğuma gitmişti aklım. Hâfızam Tire’nin bugün iyice kenara düşmüş eski mahallelerinden Ekinhisarı’nın sokaklarında dolaşırken, aklım ‘çocukluğumun kahramanları’nı kaydetmekle meşguldü. O esnada bir kez daha düşünmüştüm; hepsinden hayata dair, insana dair, imana dair beslendiğim onca insan arasında, Ahmet ağabeyimin yerinin apayrı olduğunu.
Çünkü, ailemizin Risale-i Nur gibi bir hazineyle tanışması, onun sayesindeydi. Henüz bir marangoz kalfası olduğu günlerde ustası vasıtasıyla haberdar olduğu Risale’ler, Cuma namazı vakti kahvede iskambil ve tavla oynayanların sayısının cami cemaatinin sayısına fark atabildiği bir Ege şehrinde onun hayatını bütünüyle değiştirmiş, aydınlatmış ve bereketlendirmişti.
En başta hayran olduğum güzel ahlâkı ile okuduğu eser arasında bir irtibat vardı; Allah’ın herkese emanet verdiği o tertemiz fıtratı okuduğu Risale’lerden aldığı iman ve ahlâk dersiyle hoş kokulu ve ince nakışlı bir gülibrişim ağacı letafetinde büyütmüş, kemale erdirmişti.
İlkokul mezunu bir marangozdu o; ama okuduğu Risale’lerden aldığı sağlam imanî muhakeme, onun bir makam veya unvan sahibinin karşısında da ezmeden ezilmeden eşitler diyalogu kurmasını mümkün kılabiliyordu.
Ve en önemlisi, kendisini insanlardan çekip soyutlamak yerine, belki kalblerine bir iman hakikati taşınır ümidiyle kaba insanların bile kahrını çekebilmesini mümkün kılan mü’minâne sabrıydı.
Risale-i Nur adında bir külliyatın varlığından ilk önce, onun okuması için anneme verdiği küçük risaleler vasıtasıyla haberdar olmuştum. Gördüğüm, ama henüz anlamadığım kitaplardı onlar. Dahası, evin kuytu köşelerinde çıkıyordu karşıma; çünkü, bu kitapları okuyor diye insanların hapse atılabildiği, bu kitapların ‘suç delili’ olarak evlerden toplanabildiği günlerde idik henüz.
Ama öte yandan, mahallemizde bir genç namaza başlamışsa, hangi vesileyle namaza başlamış olursa olsun, insanların, “Filan genç Nurcu olmuş” diye konuştuğu günlerdeydik.
Risale-i Nur’dan hâfızama aldığım ilk cümle de, onun oğlunun sünnet davetiyesine yazdırdığı şu cümleydi: “Sünnet-i seniyye edebdir; hiçbir meselesi yoktur ki, altında bir nur, bir edeb bulunmasın.”
Ve 70’lı yılların ideolojik gerilimleri, dahası anarşi ortamı içinde onbeş yaşına gelmiş liseli bir genç olarak kendimi bir yol ayrımı ve arayışı üzere bulduğumda çevremde yürüdüğü yol ile bana ilham veren kişi olarak, onu bulacaktım. Çevremdeki herkesle aynı eğitim düzeyinden, aynı aile yapısından, aynı sosyal çevreden, aynı gelir düzeyinden olmakla birlikte onu diğerlerinden bariz şekilde farklı kılan düşünüş ve ahlâkının düzenli şekilde okuduğu eser ile irtibatını kurduğumda, kendim için de tercihim netleşmişti: Risale-i Nur, benim de mürşidim olacaktı…
Bununla birlikte, özgür ruhlu bir çocuk olarak yaşamıştım hep. Bu halet-i ruhiyede, Risale-i Nur eğer didaktik, üsttenci, tepeden inme bir üslupla bana sunulacak olsa; bu usul ve üsluba muhalefet edeyim derken, belki o güzelim Risale’lere karşı da bir muhalefet geliştirebilirdim. Ama şükür ki, karşımda ‘temsil’ yoluyla ‘tebliğ’i tercih eden, iradeye ipotek ve vesayet koyan her türlü tutumdan uzak duran, sabırlı, akıllı ve merhametli biri vardı. Başka biri başka bir üslupla karşımda olsa, belki de farklı yollara yönelir, Risale-i Nur’la belki hiç tanışmaz veya çok geç tanışırdım.
Ama öte yandan, Risale-i Nur’u bu üslupla ondan tanıdığım için, Risale-i Nur adına iradelere ipotek koyan, hiyerarşi kuran, hegemonik bir dil üreten kişiler ve yapılarla da yıldızım hiç barışmadı. Şükür ki, Ahmet ağabeyim sayesinde, öylelerine minnet borcum da olmadı hiçbir zaman.
Onun çok iyiliğini gördüm. Hiçbirini unutamam. Ama hayatımın bütününü biçimlendiren bu iyiliğini bilhassa unutamam. Ege şartlarında doğup büyümüş bir çocuk medrese-imamhatip-ilahiyat görmeden Kur’ân, hadis, Asr-ı Saadet üzere düşünür, konuşur, yazar ve yaşamaya çalışır hale gelebilmişse, bu, onun beni ve ailemizi varlığından haberdar ettiği Risale-i Nur sayesindedir. Kur’ân’a ve Resûlullah aleyhissalâtu vesselama muhatabiyeti Bediüzzaman’dan ve Risale-i Nur'dan öğrendim, Bediüzzaman’ı ve Risale-i Nur’u da Ahmet ağabeyimden. Hayatıma getirdiği bu nur, bu güzellik, bu aydınlık ve bu kolaylık unutulur şey değil!
Geçen hafta sahur vakti aldığım haber sonrası apar-topar memleketime, Tire’ye gittiğimde ve onu vefat etmiş o haliyle gördüğümde hâfızama kazınan yüz ifadesini de unutamam. ‘Gülerek’ karşılanmış bir ölümdü onunkisi… Güzel bir ölümdü. Oruçlu geçen bir günün ardından, mahalle mescidinde teravihi kılmış, evine dönüp Kur’ân’la hemhal olmuş, teyzem evinde namaza dururken ona “Ben balkonda biraz Risale okuyacağım” deyip bu kez onu ve hepimizi Kur’ân’la tanıştıran Risale’yle meşgul olmuş, sonra da sessiz sedasız ruhunu Rahmân’a teslim edip uçmuştu.
Ahmet ağabey, ne güzel yaşadın. Ve ne güzeldi ölümün.
Ama ne çok ağlattın bizi ardından. Cenaze namazında, kabristanda, taziyende koca koca adamlar gördüm. Nasıl da ağlıyorlardı senden ayrı kaldıkları için…
Rabbimden bir dileğim var senden ayrılığın verdiği acının hafiflemesi için: Senin ölümünle, o güzel mü’min ahlâkını, o güzelim Risale terbiyesini temsil eden bir kişi ‘daha’ eksilmiş olmasın aramızdan. Rabbim, senin aramızdan ayrılışına bedel, senin ahlâkında insanların sayısını arttırmakla teselliye kavuştursun kalblerimizi.
Senin de mekânın cennet olsun. Rabbim, hep O’nun yolunda ve Resûlünün adımlarını takiple yürüdüğüne şahit olduğum hayat yolculuğun nihayetinde ayak izlerini, Peygamberimizin ve ashâbının ayak izleriyle buluştursun.
Ve eksiğimizle kusurumuzla da olsa Allah için yazmaya çalıştığımız her satırdan, sarfettiğimiz her kelamdan senin defter-i hasenatına bol bol hasenat yağdırsın. Bizi Risale-i Nur’la tanıştırman senin ‘sadaka-i câriye’lerinden biri olsun ve senin defter-i hasenatın hiç kapanmasın…
Ruhuna el-Fâtiha…