Bediüzzaman'ın son seferi!
Muhsin Kızılkaya-HaberTürk
Van havaalanından üniversiteye kadar uzanan yeni yapılmış sahil yolundaki parkları, bahçeleri, mesire yerlerini, piknik alanlarını geçip kalenin eteklerine geldiğimizde söz Bediüzzaman’a nasıl geldi bilmiyorum; yanımdaki Mehdi Eker’e, “Saîdê Kurdî, ilk defa İstanbul’a gittiğinde tek kelime Türkçe bilmiyordu,” dedim.
“Kalıplara sığmayan bir adamdı” dedi o da. “Sıra dışı, nevi şahsına münhasır bir zat… O kadar ilmi, irfanı edinmesi mucize olduğu gibi hayatı da mucize aslında…”
“Evet ya… Van Rus işgaline uğradığında payına esaret düşmüş onun da. Elde tüfek, işgale karşı dururken yanındaki birçok talebesi şehit düşmüş buralarda. Bitlis’te köprünün üzerinde omuzundan ve bacağından yaralanmış, öyle yaralı bir halde kemerli köprünün altında saatlerce kalmış. Hem kan kaybediyor hem de donma tehlikesi var. Talebelerini göndermiş, o kalmış orada kırk sekiz saat boyunca. Ruslara esir düşmesi böyle, Tiflis yoluyla ta Sibirya’ya kadar götürüldüğü söylenir.”
Bediüzzaman üzerine sohbet ederken Van Kalesi’nin eskiden şehrin kurulduğu güney yamacına gelmiştik. Vakti zamanında meşhur medresenin, Horhor Medresesi’nin bulunduğu alandaydık. Kale tam karşımızda, kafamızı kaldırınca gözümüz hizasında iki mağara… Cihan harbi öncesinde Bediüzzaman bu medresede kalırken, zaman zaman bu iki mağaraya çekilip tefekküre dalarmış. Esaret sonrasında tekrar Van’a geldiğinde kalenin, şimdi restore edilmiş en tepesinde kaldığını söyler bazı kaynaklar. O sırada şehirde Rusların ve Ermeni çetelerinin yağmasından taş üstünde taş kalmamış, şehir virane, harabe haldedir. Kaleden şehre bakan Bediüzzaman “Lem’alar” adlı eserinin yirmi altıncı Lem’asının On Üçüncü Ricası’nda o sırada hissettiklerini şöyle dile getirir:
“Harb-i Umumîde Rus’un esaretinden kurtulduktan sonra, (…) gittiğim İstanbul’da (…) dâüssıla tabir edilen iştiyak-ı vatan hissi beni vatanıma sevk etti. Madem öleceğim, vatanımda öleyim diye Van’a gittim. Her şeyden evvel, Van’da Horhor denilen medresemin ziyaretine gittim. (…) Baktım ki, benim medresemin etrafındaki şehir içi, kale dibi mevkii, bütün baştan aşağıya kadar yandırılmış, tahrip edilmiş. Evvelki gördüğümden şimdiki gördüğüme, güya iki yüz sene sonra dünyaya gelip öyle hazîn nazarla baktım. O hanelerdeki adamların çoğuyla dost ve ahbap idim. Kısm-ı âzamı, Allah rahmet etsin, muhaceret ile vefat etmişler, gurbette perişan olmuşlardı. Hem Ermeni mahallesinden başka, Van’ın bütün Müslümanlarının haneleri tahrip edilmiş gördüm. Benim kalbim en derinden sızladı. O kadar rikkatime dokundu ki, binlerce gözüm olsaydı beraber ağlayacaktı. Ben gurbetten vatanıma döndüm, gurbetten kurtuldum zannediyordum. Vâ esefâ, gurbetin en dehşetlisini vatanımda gördüm…” (Lem’alar, 13. Rica)
*
Bediüzzaman’ın son günlerini de anlatmıştı Sezai Karakoç hatıralarında. Çıktığı son seferde gelip onu bulan mukadderattan… Aslında uzun bir yolculuktur onun hayatı… Hiç bitmeyen bir yolculuk. Hatırlatınca; Mehdi Eker, Sezai Bey’in Bediüzzaman’a çok büyük hürmet duyduğunu, kendisini kitabesine yazacak kudrette görmediğini, eğer bu görev ona verilseydi, kitabesine yaraşacak tek bir cümle bile yazamayacağını söylediğini anlattı bana. Sezai Bey’in hatıratında da çıkmıştı karşıma. Ona göre Bediüzzaman, “kabına sığmayan bir zeka, eşsiz bir hafıza, güçlü bir irade sahibi, çocukluk ve gençliğinde öğrenme merakıyla medreseleri dolaşmış, kendisine hocaların güç yetiremediği bir alim, cesur, ömrünü İslam için vermiş, feda etmiş bir mücahittir.” Yine şaire göre “O ümitsizlere ümit vermiş, bu sebeple hapishanelere düşmüş, mahkemelerde sürünmüş bir inanç ve ideal bir kahramandır.”
*
Esaret sonrasında “dâüssıla tabir edilen iştiyak-ı vatan hissi” onu vatanı olan Van gölü havzasına nasıl “sevk ettiyse”, ömrünün son aylarında da aynı hissiyata kapılmış olmalı ki mecburi ikametgahı Isparta’dan Şark’a doğru uzun bir yolculuğa çıkar. Kendisine itibar edenlere bir hikaye armağan etmek için çıkmıştır muhtemelen bu yolculuğa… Ya da bu yolculuğun bir konağında ruhunu teslim edeceğini hissetmiş olmasından. Gelir bu hissiyat bu meziyetlere haiz zatlara. Sanki ölüm onları bir yere çağırır. Zira onu zorla tuttukları Isparta onun yaşamak istediği yer değildir. Yabanın ekmeğinin tuzlu olduğunu çok iyi biliyor o da!
*
Adnan Menderes’in uçağı Londra’da düşüp Başvekil kazadan sağ kurtulduğunda muhtemelen Bediüzzaman “memlekete dönmenin” bir yolunu bulmayı geçiriyordu aklından. Menderes’in kazadan sağ kurtulması bir mucizeydi. O mucizenin etkisi çabuk yayıldı memleket sathına. Öyle ki, birbirlerine düşmanlıkta yarışan iktidarla muhalefet bile kısa bir süreliğine bu düşmanlıktan vazgeçti. Tanrı Menderes’i bu memlekete bağışlamıştı. Herkes minnet duyuyordu Allah’a. Bu sırada Bediüzzaman’ın da Menderes’e dair bir rüyası girdi dolaşıma, farklı mahfillerde dile getirildi. Bir kazanın; “nefret objesi” haline getirilen Menderes’e bu kadar “yaramış” olması CHP ve İnönü’nün hiç hoşuna gitmedi. “Ateşkes” erken bozuldu, karşılıklı susturulmuş olan silahlar tekrar ateş almaya başladı. İsmet Paşa “bu kadar taviz yeter” dedi, Demokrat Parti’ye saldırmaya başladı. Bu saldırıdan Bediüzzaman da nasibini aldı. Bediüzzaman’ın rüyası halka büyük tesir etmişti; o halde onu devreden çıkarmak lazımdı. Memlekete şeriat düzeni getirmek isteyen bir mürteci serbestçe fikirlerini serdediyordu. Bu propagandaya Demokratlar da izin veriyordu. Menderes hem Said-i Nursi’yi muhafaza ediyor hem de faaliyetlerine göz yumuyordu. Tehlikeli bir adamdı. Cumhuriyet düşmanıydı. Üstelik meşhur 31 Mart Vakasının tertipçilerindeydi, hükümet onu kendi propagandası için kullanıyordu. O da il il gezerek bu vazifeyi severek yerine getiriyordu.
*
Sene 1959’dur, bütün bu keskin tartışmaların yapıldığı sırada Sezai Karakoç’un tayini İstanbul’dan Ankara’ya çıkar. Ulus’ta, Denizciler Caddesi’nde bir otelde kalıyor Sezai Bey. Bu sırada, Bediüzzaman’ın Ankara’ya geldiği, aynı caddedeki Beyrut Palas’a yerleştiği haberini duyar. İhsan adında bir arkadaşıyla üstadı ziyaret etmeye karar verirler. Otele doğru giderlerken Osman Yüksel çıkar yollarına. Yüksel, derhal geri dönmelerini, polisin bütün yolları kestiğini, otelin etrafında yoğun bir tertibat aldıkları, görüşmelerinin imkânsız olduğunu söyler. Çok istediği halde şair, üstatla o gün tanışamaz, zaten Bediüzaman da polisin bu yoğun ilgisine daha fazla dayanamaz, bir iki gün içinde sürgünde bulunduğu Isparta’ya geri döner.
Olaylar gittikçe büyür. At izi it izine karışır. Memleket hızla askeri darbeye doğru gidiyor. Bediüzzaman Isparta’yı terk ederek doğuya doğru yolculuğa çıkmak ister. Yolculuk, gazetelerin manşetlerini süsler. İsmet Paşa için fırsat doğar; hükümetin Bediüzzaman’ı bilerek doğuya gönderdiğini söyler her yerde. Hükümet çekinir, hemen radyodan bir kararname yayınlayarak, yöneticilerin Bediüzzaman’ın Isparta’dan çıkmasını engellemesini ister. Alimin şehir dışına çıkmasına izin verilmez, zorla Isparta’da tutulur. Bediüzzaman bu duruma çok üzülür. Bu sırada çıkan bir söylentiye göre Bediüzzaman’ın, “Menderes bizi İsmet Paşa’ya rüşvet verdi,” dediği yayılır her yere.
Anayasaya göre her vatandaşın seyahat özgürlüğü hakkı vardır ve bu hak engellenemez. Bu kesin hükme rağmen Bediüzzaman’ın hürriyetten mahrum bırakılması, hiç kimsenin umurunda olmaz. Basın, bu haksızlık karşısında suspus kesilir. Hiç kimsenin gıkı çıkmazken sadece Yaşar Kemal, Sezai Bey’in deyimiyle “o zaman için çok kişinin cesaret edemeyeceği bir kadirşinaslık örneği” göstererek bu hukuksuzluğa karşı bir yazı yazar Cumhuriyet’te. Sezai Karakoç’un aktardığına göre Yaşar Kemal yazısında şunları söyler:
“Ben Bediüzzaman Said-i Nursi ile şüphesiz aynı düşüncede değilim. Ama her yurttaş gibi Said-i Nursi’nin de seyahat hürriyeti vardır. Bu hürriyetin elinden alınmasına kimsenin hakkı yoktur. Bu hürriyeti hükümet kısıtlayamaz, ben buna karşıyım.”
Hayatı boyunca otoriteyle başı derde girmiş olan, kendisine dayatılan hiçbir şeyi kabul etmemiş olan Bediüzzaman, hükümetin getirdiği seyahat yasağı kararını dinlemez, şehirden çıkar. İsmet Paşa fırsatı kaçırır mı? Yüklenir hükümete… Bu karmaşa içinde Bediüzzaman şehir şehir gezmeye devam eder.
Bir gün, Osman Yüksel Serdengeçti’nin kitapevinde bulunanlarla sohbet ederken Sezai Karakoç, şakayla karışık, “İsmet Paşa aslen Bitlislidir, Bediüzzaman da Bitlisli olduğuna göre hemşeridirler. Fizikçe de benzerlikleri var. Paşa’nın bu bitmez tükenmez kini nerden kaynaklanıyor acaba?” diye sorar. Bediüzzaman da İsmet Paşa da o sırada çok yaşlıdır ve gerçekten de fizik yapıları birbirine benziyor. Bir süre sonra “Serdengeçti Dergisi” çıkar, Sezai Bey ne görsün kapakta? Yan yana Bediüzzaman ile İnönü’nün resimleri… Resmin altına da Osman Yüksel, Sezai Bey’in yukarıya aldığım sözlerini yazmış. Sonradan dergiyi İsmet Paşa’ya gösterirler, Paşa iyice küplere biner.
Siyasi hava gittikçe vahamet kazanır. Bediüzzaman şehirden şehre giderken, gittiği her şehirde polisin onu kovaladığını yazar gazeteler. Gazete sayfaları asparagasın şah eserleriyle doludur. Şuna benzer haberler çıkar mesela:
“Sadi-i Nursi falan şehre girdi, kırmızı, kan renginde çamur yağdı. Falan yerden geçti, gökten kurbağa yağdı.”
Sonunda Bediüzzaman Urfa’ya varır. Ramazan’ın son günleridir. Onu şehirde bir gazeteci ordusu karşılar. Bediüzzaman yakın birkaç talebesiyle bir otele yerleşir. Polis otele gelir, Urfa’dan çıkmasını ister. Bediüzzaman o sırada 87 yaşında, dokunsan kırılacak kadar zayıf bir halde, çok ağır hastadır. Polis bir taraftan çeker onu, talebeleri bir taraftan… Sonunda doktor çağırırlar, gelir muayene eder, “boşuna çekiştirip durmayın, çoktan vefat etmiş,” der doktor.
“İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi raciun!”
*
Ramazan ayının 27’sinde, Kadir Gecesi’nde ruhunu teslim etmiştir Bediüzzaman. Vefat haberi üzerine ne kadar gazeteci varsa Urfa’ya doluşur. Isparta’dan Urfa’ya kadar onu takip eden ve bir an önce Urfa’dan çıkmasını isteyen hükümet vefat üzerine tutumunu değiştirir. İnsanlar akın akın, kafileler halinde Urfa’ya gitmeye başlarlar. Urfa ülkenin gündemine gelip oturur; gazetelerde bu şehre dair şöyle haberler çıkar:
“Urfa bambaşka bir şehir. Burada, kıyafet kanunu geçerli değil. Sigarınızı yakıyorsunuz, Ramazan olduğu için bütün gözler üzerinize dikiliyor. Mecburen sigarayı avucunuzun içine saklama ihtiyacı duyuyorsunuz. Bu sefer gözler elinize dikiliyor. Sigarayı yere atıp ayağınızla ezmekten başka çare bulamıyorsunuz.”
Sezai Bey’in yazdığına göre Bediüzzaman’ın cenaze namazı Urfa’da on beş, yirmi gün devam eder. Namaz bir türlü bitmez çünkü her yeni gelen kafile namaza durur. Yaşarken hükümet emriyle onu bir an önce Urfa’dan çıkarmak isteyen ilin valisi de ister istemez cenaze namazına katılır.
*
Şimdi hükümetin büyük bir sorunu var; Bediüzzaman nereye gömülecek? O sırada bir zatın vasiyeti oraya çıkar. Zata rüyasında Halilürrahman’da iki mezar yeri yaptırması işaret verilir; biri kendisi için, “öbürü vakti gelince gelecek” denir, kazılmış o boş mezar Bediüzzaman’ındır, oraya defnederler.
Bediüzzaman 23 Mart 1960 günü vefat eder, 27 Mayıs’ta da askerler darbe yapar. Bu arada mezarı kısa sürede bir türbeye dönüşür, memleketin her yerinden akın akın insanlar ziyaret etmeye başlar mezarı. Basın hadiseyi sürekli gündemde tutar. Basının etkisiyle darbeci askerlerin ilk işlerinden birisi, Urfa’da bir gece sokağa çıkma yasağı ilan ederken Bediüzzaman’ın cenazesini bir generalin nezaretinde gömüldüğü yerden çıkarılarak, bir askeri uçakla sadece kendilerinin bildiği bir yere nakletmek olur. Götürürlerken kardeşini de ondan imza aldıklarını söyleyerek beraberinde götürürler. Önce cenazenin denize atıldığı iddia edilir, sonradan bu iddia doğru çıkmaz. Kardeşi daha sonra gece karanlığında bir yere götürüldüklerini, oranın neresi olduğunu bilmediğini söyler. Isparta’da bir mezarlıkta yatıyor diyenler olur. Çünkü gazeteler, Isparta’dan çıkıp doğuya doğru yola çıkmasını Bediüzzaman’ın Isparta’ya olan kızgınlığına bağlarlar. Güya, “Ben burada ölmek istemiyorum, beni buraya gömmeyin” demiş. “Yalan tabi ama bu yalana inanan darbeciler, inat olsun diye götürüp onu Isparta’ya gömmüşler” der Sezai Karakoç. Bu da bir rivayet kuşkusuz. Talebeleri durumu kabullenirler zira onlara göre üstat bir şiirinde mezar yerinin belli olmayacağını daha önce yazmış. Hatta Sezai Bey’in yazdığına göre, bir yazısında mezarının öyle, uğranılan meşhur bir yerde olmamasını temenni ettiğine dair bir metin de mevcutmuş.
*
Hayatı boyunca hep uzun yolculuklar yapmış olan Bediüzzaman, “ölülerinin gömülü olduğu” yere ölmek için mi yola çıkmıştı bilinmez. Marquez, “Yüzyıllık Yalnızlık” romanında, “İnsanın oturduğu toprakların altında öleni yoksa o adam o toprağın insanı değildir” der.
Umumi harpte, Rus esaretinden kurtulup İstanbul’a gittiğinde “daüssıla” onu Van’a sevk ettiğine, “öleceksem eğer vatanımda öleyim” dediğine göre, hayatın o deminde muhtemelen vatanında ölmek için çıkmıştı “son seferine”.
Mukadderatında Urfa’dan öteye gitmek yokmuş demek!