"Siz herhalde ölüme, yani öleceğinize inanıyorsunuz. Ölünce hiçliğe düşüp kaybolmak, sevdiklerinizden ebediyyen ayrılmak, size bir ürküntü ve ızdırap vermiyor mu? Ebediyyen yok olmaktan kurtulmak için, bir teziniz veya bir teselliniz var mı?" sorusunu sorduğum bir ateist arkadaş: "Bilakis rahatlıyorum. Yaşarken ölüm yok; ölünce de yaşam olmayacak. Bundan daha rahatlatıcı bir şey olabilir mi?" şeklinde cevap vermişti.
O arkadaşın yukarıdaki sözü, milattan hemen önce yaşamış ve genç yaşta intihar etmiş bir felsefecinin sözüydü. Yani adamın "Ben varken, ölüm yok." gibi, günde binlerce ölümle delinen tesellisi, bir işe yaramamış; sahibine bile teselli verememişti. Sahibine yaramayan bu söz, bu arkadaşı güya rahatlatmıştı. İşin garibi, arkadaşla yazışmamızdan bir hafta sonra, onun yine aynı yoldaki bir arkadaşı, aniden ölüm yolculuğuna çıkmıştı. Bu sefer "Ben varken ölüm yok." diyerek kendini teselli etmeye çalışan arkadaşa: "Günde binlerle ölümle denilen 'Ben varken ölüm yok.' gibi esassız tesellin, bu sefer en yakın arkadaşın ile delindi. Cenaze daha gözünün önünde. Sen varken, kafanı dövüyor. Aklını başına al, diyerek seni ikaz ediyor." diye yazmıştım. Altı ay oldu daha dönmedi . "Ben varken, ölüm yok." sözü, o kadar esassız ki şöyle bir cenaze ile bile delinebiliyor. Bunu, normal bir insan söyleyebilir mi? Hele sürati harp ve darplerle artan bunca ölümlere şahit olan bir normal akıl, bunun esassızlığını hemen anlar.
Peki, bu böyle de "Ölüm varken, ben yok." demek akıl işi mi? Hiç değil. Ölüm varken, senin yok olduğunu ne biliyorsun? Yok olacağını nereden anladın? Ben inanmıyorum, belki diyebilirsin. Bu hâl, bir göz kapamak deriz ve geçeriz. Fakat ölümden sonra bir hayat yok demek için, bütün zamanları birebir taraman ve araman gerekiyor. Bu iddia, bir saat sonrasına bile nüfuz edemeyen ve ensesini bile görmekten âciz bir insana yakışan bir söz değil.
Bu girişe, geçenlerde yazıya geçmiş bir konuşmasını okuduğum, inkârcı bir felsefe aparatının sohbetinde geçen itirafları ve tespitleri sebep oldu. Demek, akıl baştayken, doğru tespitler de yapabiliyormuş insan, dedim içimden. Felsefeci profesör arkadaş, 1988'de ölmüş, Marksist, siyaset bilimci Samir Amin'in, ölüm hakkında söylediği "İnsanın en temel ve ortadan kaldırılamayacak bir iç sıkıntısıdır." sözü için "Fena bir tanımlama değil." diyerek sohbetine başlıyor. Devamında da "Kişisel olarak, ölümü anlayamıyorum." diyor. Ölümü anlamanın şartını da: "Bana, sen öleceksin, ama milyonlarca yıl sonra tekrar varlığa geleceksin, dense; bunu anlayacağım." cümlesiyle özetliyor. Yani milyonlarca yıl sonra da olsa, var olayım da şimdi öleyim, olsun, demeye getiriyor. Tekrar var olsa, yine aynı sözü söyleyeceği anlaşılıyor arkadaşın.
Bu itiraf, insanın kalb cüzdanında ve akıl defterindeki yüksek istidat ve kendisine verilen pahalı cihazların yok olmaya razı olmadığını, onun ebedî var olmanın yollarını aradığını, vicdanının en derin yerlerinden gelen bir 'ebed ebed' sesinin eksik olmadığını anlıyoruz.
Devamı daha acib: "Büsbütün yok olmayı, bir daha var olmamayı anlayamıyorum. Daha doğrusu kabul edemiyorum." Kabul edemezsin elbette. Ebede uzanmış emellerin, kâinatı ihata etmiş fikirlerin, yine ebedî gösteren arzuların var. Bunlar senin yok olmayacağını haykırıyor ve gösteriyor. Demek iki defa doğruyu gösteren bozuk saat gibi, vicdanın sesi doğruyu işaret ediyor ve buna engel olmak da mümkün olmuyor.
Devamı da ayrı bir itiraf: "Daha önce hiç görmediğim bir şeyi (dünyayı) kısa bir süre görmem, daha ne gördüğümü anlamadan kaybetmek gibi bir şey. Düşünüyorum ama ne kadar düşünsem de kabullenemiyorum." Bunu okuyunca, Onuncu Söz Beşinci Suretteki "Burada tattırdığın leziz nimetlerini orada yedir." cümlesinin geçtiği meşhur dua aklıma geldi. Tatma yerini doyma yeri olarak gören zihniyet sahibi, dünyada bir sene de bin senede kalsa, yine anlayamayacak dünyanın mahiyetini. Daha doğrusu, doyamayacak. Çünkü burası doyma yeri değil. Yüz sene yaşayıp da sonra sanki bir gün gibi geçti, diyenlerden anlıyoruz ki iki bin sene de yaşasan yine "Ne gördüğümü anlamadan kaybettim." diyeceksin.
"Varlık kısa, korkunç yokluk uzun. Nispetsiz yani." tespiti ve itirafı da bu inkârcı felsefeciye ait. Bunları okuyunca, Münacat Risalesinde geçen: "İnsanın istidadı ve cihazat-ı maneviyesi başka bir bâki âleme ve ebedî bir hayata bakıyor ve insanın kalbi ve şuuru bütün kuvvetiyle beka istiyor." cümlesini bir daha hatırladım. Aslında bu ve bu tipler, bu sözleri ve lisan-ı hâlleriyle Allah'a "Bizi makarr-ı saltanatına celbet. Bizi bu çöllerde mahvettirme. Bizi huzuruna al." diye yalvarıyorlar bir nevi. Sadece yalvardıklarının farkında değiller.
Ölümü mertçe bir şekilde karşılayıp fakat iman olmayınca, ölümün yüzüne merdane bakamayan bu felsefe aparatı, ölüm karşısındaki çaresizliğini de:
"Kurtulmak mümkün olsa,
Bırakıp kaçacağım,
Ama ne yazık ki,
Onun elinde bir oyuncağım" şarkısına eşlik ederek ortaya koyuyor.
Ölüm, insanı çaresiz bırakıyor ve ününü, unvanını mal ve mülkünü, hatırasını hâk ile yeksan ediyor. insanın nefesini kesiyor bir bakıma. "Zihinlerde hatıralarda yaşamak, beni tatmin etmiyor. Gelip Kur'an'ın o çelik gibi sert, bıçak kadar keskin ve buz gibi soğuk "Her nefis, ölümü tadacaktır." cümlesine çarpıyoruz." sözü de onun. Çarpıyoruz da arkadaş, Kuran'ın şefkatli sinesine teslim olmak yerine, aklından geçen beş para etmeyen, kabre kadar bile gelemeyen zanlarını niye ezelî gerçekmiş gibi paketleyip sunuyorsun?
Bir de Kur'an'ın, İslam'ın binlerle numune ile insanın önüne koyduğu ebedî hayat va'dini hafife alıyor arkadaş. "Bu soruların cevabını dinde bulmak kolay gibi. Ama dininki cevap değil, problemi ortadan kaldırmak." birbirini yalanlayan cümleler ona ait. Problemi ortadan kaldırmak, nasıl cevap olmuyor, anlayamadım, doğrusu. Devamında şöyle diyor arkadaş: "Din, korkma ölmeyeceksin, diyor. Ya da yokluğu ortadan kaldırıyor." Evet, korkma, diyor; yokluk, yoktur, diyor. Daha ne desin? Bütün zaman ve mekânların ebedî sahibinin va'dine değil de üç tane felsefecinin kuruntularına mı itimat edeceğiz?
Bu hakikat, Yunus Emre'nin dilinde;
"Korkma, ebedî varsın" şeklinde,
Merhum Necip Fazıl'ın dilinde;
"Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber,
Hiç güzel olmasaydı, ölür müydü Peygamber? şeklinde ilan ediliyordu.
Cenab-ı Allah, insanı yokluk karanlıklardan çıkarıp ziyadâr varlık âlemine getirdikten sonra, tekrar yokluğu atar mı? Bu, hem abes hem de zulüm olmaz mı? Hem yokluğun yokluğu, sadece insan için de değil.
"Başta, nev-i insan olarak bütün zihayatlar ve bütün eşya, fenaya düşmek ve ademe (yokluğa) sukut etmek ve hiçlikte mahvolmak ve yoklukta idam edilmek için yaratılmadılar." bu hakikatin en kısa lisanı olan cümlelerdir.
Ölümden ürken, yokluğun korkunç gölgesinden korkan felsefeci arkadaş! "Ölümün sana yokluk şeklinde görünen peçesi, gerçi karanlık, siyah ise de fakat mü'min için asıl siması, nuranîdir, güzeldir." Bundan haberin yok herhalde. Çünkü ölüm, yokluk değil, firak (ayrılık) değil. Nedir peki? Ebedî bir hayatın başlangıcıdır. Bu hayat külfetinden paydos ile, bir terhis, bir tahvil-i vücut bir tebdil-i mekândır. Ahirete göçmüş ahbaplarımıza kavuşma yeridir. Bu bozulan, dağılan, noksan vücutla ebedî yaşamak zaten mümkün değil ki bu dünyada çok istediğimiz ebedî yaşasak. İşte, ölüm ebed âlemine layık bir ebedî vücudu kazanmak ve bu vücuda kavuşmak için uğradığımız bir durak.
Zaten dünyaya gelirken bir âlemde ölüp başka bir âlemde (dünyada) doğmadık mı? Her sene vücudumuz bir defa ölüp yeniden dirilmedi mi? Bu sefer, öbür âlemde dirilmenin mecburi bir kapısı olan ölüm ile yeniden kazanacağımız vücudumuz, bizden bir daha alınmamak üzere bize iade ediliyor. Bu manaları hidayetle anlayabilir ya da istifade edebilirsin elbette.
Ama arkadaş: "Hidayet istemekle insan hidayete ermiyor. İnanmayı istemekle inanmıyor insan." diyerek, halis bir lisanla çalmadığı ya da çalamadığı kapının sahibini güya hidayet nasip etmemekle de suçluyor.
Evet dostlar, göz, kulak, dil ve burun gibi cihazların bir algılama kapasitesi, sınırı olduğu gibi; aklın da bir anlama kapasitesi ve sınırı vardır. Mesala akıl gayb âlemine nüfuz edemez, ölüm hakkında tam ve doğru tahminlerde bulunamaz. Böyle olmasaydı, akla yol gösterip yardımcı olmak için, kitap ve peygamberler gönderilir miydi? Asıl yanılgının biri de işte, bu sınırlı aklı mutlak görüp onun sönük feneriyle ebed yolculuğu hakkında onu zorlamak, sonuçta gevezelikten başka bir işe yaramayacak laf kalabalıklarıyla, insanları yanıltmak. Böylece anlama aleti olan aklı, ikab (azap) aletine çevirmektir. Pahası ebedî saadet olan hidayet, ne büyük ve bulunmaz nimetmiş arkadaş!
Selam ve dua ile.