1974'ün kış ayları ve Rize Öğretmen Lisesi birinci sınıftayız. Rize'nin tarihinde belki de en yoğun karın yağdığı dönem olduğu söyleniyordu. Kimya dersindeyiz ve laboratuvardayız. Öne çıkan öğrencilerden olduğumuzdan herhalde, öğretmen Faik Bey, deneyde malzeme olarak kullanmak için "Habib şuradan sodyum klorür al da gel." diyerek bizi dışarıya gönderdi. Biz de çocuk aklı ve sodyum klorürün ne olduğunu bilemediğimizden, yoğun kar yağışı altında en yakın bir eczaneye giderek: "Bir sodyum klorür verir misiniz?" dedik. Eczacı, "Bizde sodyum klorür olmaz." deyince, ben de diğerine gidip aynı soruyu sordum. Eczacı, bizim cehaletimizi anladı ki "Sodyum klorür, bizde değil, bakkalda olur." deyiverdi. Epeyce şaşkın ve yorgun bir şekilde tekrar sınıfa döndüm ve Faik Hocamıza: "Sodyum klorür bulamadım." dedim. Biraz da haksız sayılmazdım. Çünkü az önce, iki maddenin de zehir olduğunu öğrenmiştik. İki zehirin mahiyet değiştirerek tuza dönüşebileceğini akıl edemezdik.
Faik Bey de şaşkın bir vaziyetteydi. Bana "Oğlum, şu bakkal Mehmet'ten alıp gelsene!" dedi. "Hocam, sodyum klorürün bakkalda ne işi var?" deyince, Hoca meseleyi anladı ve sodyum klorürün yemek tuzu olduğunu ve bakkalda satıldığını anlatarak karşı bakkaldan alıp getirmemizi istedi.
Beni şaşırtan asıl husus, az önce ifade ettiğim gibi, derste klorun ve sodyumun ayrı ayrı birer zehir olduğunu öğrenmemizdi. İki zehir birleşip nasıl panzehir olur da her daim kullandığımız tuza dönebilirdi? İki zehiri bir tuza dönebilmek mahiyetinde yaratıp birleşince, yine bir mahiyet değişmesiyle tuza dönebilmesine akıl erdirememiştik.
Sadece tuz mu? Hayır. Su da öyle. Yine devam eden günlerde, suyu ayrıştıran bir deney daha yapmış ve acemiliğimizden laboratuvarı savaş alanına çevirmiştik. Zira su ayrışınca, yanıcı hidrojen ve yakıcı oksijen ortaya çıkmış; bir tedbirsizliğimize denk gelince de tüpteki hidrojen gazı patlamış ve ortalığı dağıtmıştı. Yakıcı ve yanıcı mahiyetteki iki gaz birleşince, tamamen mahiyet değiştirmiş ve hayatın devamına medar olan bir su mahiyetini kazanmıştı.
Bunları anlatmama, Risale-i Nuru tanıdıktan sonra çeşitli yerlerde okuduğum kısımlar vesile oldu. Mahiyet değiştirme, tevhidin hususen, Cenab-ı Allah'ın Hakîm ve Müddebbir isimlerinin öyle parlak bir delili ki aklı inkâr etmek belki mümkün ama buradaki tevhide olan delaleti inkâr etmek mümkün değil.
Mahiyet değiştirmeyi anlatan: "Hem de bak, bu demiri, toprağı, suyu, kömürü, bakırı, gümüşü altını gaybî avucuna aldı, bir et parçası yaptı." cümlelerinden daha çarpıcı bir izah var mıdır, bilemiyorum.
Evet, canlıların vücudunun teşkilinde yer alan temel elementler üstte sayılmış. Ama bunlar "gaybî bir ele" alınıyor; mahiyet değiştiriyor ve bir insana veya başka bir canlıya döndürülüyor. Hiçbiri de dişimizi kırmadığı gibi, dilimizi de rahatsız etmiyor.
Burada geçen "gaybî el" çok önemli. Tam bu kısmı okuyup burada kaydettiğimizde gözüme ilişen meşhur dinsiz Celal Şengör'ün bir konuşması gözüme ilişti. Celal Şengör "İnsanlar işin içinden çıkamayınca, melek, Allah gibi bir şeyler ortaya atıyor. Bunları gözle görüyor muyuz? Hayır. En ufak bir delil var mı? Hayır." cümlelerini yüzünü kızarmadan sarf ediyordu. "Gözünle görüyor musun? Hayır." cümlesi önemli. Bir o kadar daha mantıksız ve serapa gülünç. Bu açıklama :Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise, maneviyatta kördür." hakikatinin canlı izahı gibi. Üstad nasıl da asrı okumuş ve ansiklopedik izahları bir cümleyle özetlemiş.
Ne demek bunları gözle göremiyorum. Birine "Ben senin varlığına inanıyorum, çünkü seni gözümle görüyorum." desek, adam ne der? Sen beni gözünle görmezsen, ben yok mu olacağım, yani. Senin beni gözünle görmene engel o kadar farklı sebep var ki. Senin beni görmemen, benim yokluğuma delil olmadığı gibi; Cenab-ı Allah için, bu cümleyi hiç kullanamayız. Çünkü iman, zaten gaybe olur ve iman, akıl sahipleri için geçerlidir. Yani, aklın varsa imanla mükellefsin. Aklın bir şeyi görmesi için ise, her zaman göze ihtiyacı yoktur. Çünkü onun görmesi, muhakeme şeklindedir. Zaten senin gözünle gördüğün bir hakikate iman etmiş olmazsın. İman gaybi olur.
Ayrıca yaratılmış bir gözle, Yaratanı görmek mümkün değildir. Küfür ehlinin anlayamadığı husus da budur işte. Ya da seçtiği dinsizliğe bahane arayanların başvurdukları en basit ve hafif cümlelerden biri bu.
Evet, "Bir şeyi her şey (bir topraktan bütün nebatat ve meyveleri yapması) ve her şeyi bir şey (zihayatın yediği gayet muhtelif tamamları bir et parçası ve cilde çevirmesi) her şeyin Hâlıkına has ve Kadir-i külli şeye mahsus bir nişandır bir âyettir."
Evet dostlar, işte bu âyetleri okumak, okuryazarlığı; nişanı görmek de zihin uyanıklığını icab ediyor. Frengi harflere alışık zihin, bu İslâm yazılarını sonsuz nişanları göremediği ve neticede bunları okuyamadığı gibi, dikkatsiz sathî nazar da bu nişanlara öylesine bakıp geçiyor. Basiret, ne kadar önemli değil mi?
Selam ve dua ile.