"İnsan, bilmediği şeye düşmandır." diye Hz. Ali'ye de izafe edilen, kibar bir söz var mâlum. Bunu, çeşitli şekillerde bizzat yaşadık ve yaşamaktayız. Altı ay boyunca, haftalık buluşmalar ve okumalar yaptığımız bir öğrenci grubu vardı. Bu arkadaşlardan gelen suallerin tamamına yakını, bize :"İnsan bilmediği şeye düşmandır." sözünü bizzat müşahade etmemizi sağladı.
Bunlardan gelen, garip ve bir o kadar da müşkil bazı sualler vardı ki bunların cevapları, bazen uzun zamanlar alırdı. Çünkü sâillerin aklına giren ve kalbine yerleşen, ayrıca buralarda pas tutmuş ve cehalete dayanan hurafeleri sökmek, temizlemek zaman alıyordu. Ama başka çare de yoktu. Çünkü önce paslar temizlenecek, hurafeler def edilip akıl rahatlayacak ki kaynağından aktarılan doğru fikirler, bu sayede kalbe yerleşebilsin.
Bu arkadaşlardan, başta Allah ve kader olmak üzere, diğer konularda gelen sualler, onların Allah'ı sıfatlarıyla ve isimleri ile bilmediklerini, tanımadıklarını; hem Allah'ı inkâr ile düştükleri dehşetli imkânsızlıktan, vahşetli hurafelerden, karanlıklı cehaletten haberdâr ve bunun farkında bile olmadıklarını gösteriyordu.
Niye inkâr, dehşetli bir imkansızlığı ve vahşetli bir hurafeyi içinde barındırıyor ve hem bunu, inkâr ehli niçin görmüyordu? Çünkü hem akıl hem de bilimle ihata edemediğimiz için, sonsuz dediğimiz bu âlemin yaratılması, tanzim ve idaresini ya ilmi, iradesi, kudret ve Hallakiyeti sonsuz bir Allah'a vereceksiniz ya da dehşetli bir imkânsızlığı, hurafeyi ve kat kat bir cehaleti seçip tesadüfe veya bu idarenin kendi kendine olduğu gibi, çıkmaz bir yola sapacaksınız da ondan. Peki, bu vahşetli fikir ve hurafenin çıkılmaz bir yol olduğunu, kendilerini akıllı zanneden hem bir kısmı feylesof ünvanlı insanlar niçin görmez? Çünkü küfürlerinin iç yüzlerine bakmıyorlar ve Allah'ı inkâr edince, neyi kabule mecbur olduklarını veya mecbur kalacaklarını görmüyor, anlamıyorlar.
Bunlardan: "Sanatlı bir eser, sanatkârsız olmaz, olamaz."temelli izahlarımız karşısında çaresiz kalıp "Bir sanatkârı kabul etsek bile, onun nasıl bir varlık olduğunu yani Allah olduğunu kesinlikle bilemeyiz. Hem bir sürü Allah tasavvuru var ki hangisini kabul edeceğiz?" diyen bazıları da var.Ki bunları da azıcık dinlediğimizde, bu çeşit esassız kanaatlere, yine kafalarındaki sökülüp atılmamış hurafelerden ve Allah hakkında eksik ve yanlış fikirlerden yola çıkarak vardıklarını anlıyoruz.
Bu yanlış fikir ve hurafe kanaatler sadece tevhid mevzusunda mı? Hayır, başta kader, diğer bazı hususlarda da aynı durum söz konusu.Hurafeler o kadar acip ve çok ki! Yirmi yıl kadar güya namaz kılmasına rağmen, sonradan sözüm ona Kur'an'ı inceleyip kendine göre çelişkiler (haşa) yakalayıp küfrü kendi iradesiyle seçen arkadaşın bana gönderdiği "Ben doğmadan Allah benim kâfir olacağımı yazmış. Ben ne yaparsam yapayım bunu değiştiremem."şeklinde, anaokulu seviyesindeki kendi içinde bile çelişkili cümlesi, hurafelerden biri sadece.
Arkadaş, namazı başkasının değil kendi aklıyla karar verip seçmiş ve yirmi yıl kılmış. "Acaba bu seçimi başkasının iradesiyle mi yapmış." diye sormadan edemiyor insan. Sonra, yeni bir karar vermiş ve tersine yürümeye başlamış. Bu ters istikamet bile, normal bir insanın vicdanen de hissettiği ve mevcut olan hür iradesini göstermez mi? Aslında attığımız her adım ve ağzımızdan çıkan her söz, gözlerimizle yöneldiğimiz her manzara, aniden ve hemen vazgeçebildiğimiz ve değiştirebildiğimiz her kararımız, bizdeki vicdanen de tasdik ettiğimiz bir irademizi göstermez mi? Biz melek değiliz ki seçme hakkımız olmamış olsun. Biz insanın iradesi elinden alınmadan, hakikati araması ve bulması istenmiştir Allah tarafından. Zaten, ancak irademizle aşılabilen sırlı perde olmasaydı, imtihan da olmazdı.Yani imtihan, akıl yani irade üzerine kurulmuş ve bundan mahrum olanlar da mesul sayılmamıştır. "Benim kaderimde, kâfir yazıldığı için kâfir oldum." demenin diğer adı,benim iradem yok, hiçbir tercihimi irademle yapmıyorum, demektir. Aksini savunmak, ikiyüzlülüktür. Onun için zaten peygamberlerle tebliğ ve uyarılar, kitaplarla irşadlar yapılmış ve müjdeler verilmiştir. İman, değerlendirmeden kabul ettiğimiz bir sonuç değil. Cüz'i irademizin sarfından sonra, kalbimize yine Allah'ın ilka ettiği bir nur. Bizim imanlı ya imansız olma sonucumuzu, ezelden beri Allah'ın bilmesi, insanın vicdanen de bildiği özgür iradesine bir müdahale değildir. Allah'ın bilmesi, sadece sonucun ne olacağını bilmektir, dilemek ve belirlemek değildir.
"Size iki yol gösterdik."( Beled-10)
"Ceza, yaptıklarınızın karşılığıdır."(Şura-30)
"Siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz; oysa ahiret hayatı daha hayırlı ve ebedidir."(A'la16-17)
gibi iradeye işaret eden böyle yüzlerce âyet ile dolu Kur'an'ı okuyan arkadaş, nasıl olmuşsa, Kur'an'dan "Kâfirliği seçeceği için, kaderine kâfir olacağının yazıldığını değil de öyle yazıldığı için güya küfrü seçmiş, bu da değişmezmiş." hükmünü çıkarmış. Böyle antika bir cehalet olur mu, olurmuş demek ki.
Peygamberimizin de insanları irşat ve ikaz için tebliğ ettiği Kur'an'ı ve bu yolda çektiği çileleri yalanlarcasına:"Ben size ne anlatırsam anlatayım, kaderinizi değiştiremem." manâsına gelecek hadîsler söylemişmiş. Hurafelerden sıyrılamayan kafa, sonuçta değişmeyecek olanın dünyadaki insan kararlarının değil; ezeli ve ebedi aynı anda ihata eden Allah'ın muhit ilminin olduğunu bir türlü kabul edemiyor ya da anlayamıyor. Allah'ın ilminin değişmezliğini de kendinin hür iradesiyle verdiği kötü kararlara ve küfrüne delil yapıyor. İyilik yapınca da onu kadere vermiyor, yüzde bir hissesiyle onların tümünü de sahipleniyor. Ya da anlıyor da bu esassız hurafenin ahirette de geçerli olma umudu, bunu dinlendirmesine sebep oluyor.Kendini de güya böylece kabre kadar teselli etmiş oluyor. Kader hakikatini, kendi küfrüne kılıf olacak şekilde böyle yorumlamak, eğer kalmışsa, vicdan terazisinden geri döner elbette.
Tevhid (Allah'ın varlığı ve birliği) noktasındaki kesin ve susturucu izah ve irşad ve ispatlar karşısında çaresiz kalan hurafeciler, bu sefer az önce ifade ettiğimiz: "Bir sanatkâr, bir usta, yapan, fail vardır mutlaka ama bunun Kur'an'ın ve peygamberlerin haber verdiği, anlattığı Allah olup olmadığını bilemeyiz." gibi, akla takla attıran esassız fikirler ileri sürüyorlar bu sefer. Bu tip fikirlere ve kuruntulara deizm, agnosizm gibi isimler takınca da kendilerini güya güvende hissetmiş; fikir sahibi bir adam konumunda görmüş oluyorlar. Bu tip düzmece düşünceleri dillendiren, maneviyattan tamamen uzak ve birtakım zan ve kuruntularını süsleyip pazarlayan bazı felsefecilerin yeni sözcüleri, "manen kurumuş akıllarına ve bozulmuş ve maneviyatta ölmüş olan kalplerine, çok geniş ve ihatalı olan imanî meseleleri sığıştıramadıklarından" düştükleri inkârı, cehaletin kol gezdiği çevrelerde kolayca pazarlıyorlar.
Geçenlerde, bana gönderilen bir videoda "Allah ezelî, yokluğu düşünülemeyen, doğmayan, doğurmayan da aynı şeyi madde için niye düşünmüyoruz? O zaman belki Allah değil, madde ezelidir." deyiveren birini dinliyorum. Güleyim mi ağlayayım mı karar veremedim doğrusu.Sonunda, yorum kısmına "Bu anlatılanlar, eksik bilgiye dayanan, tamamen kuruntu zan ve ifadelerdir. Ayrıca maddenin ezeliyeti de çürütülmüştür.' diye not düştüm. Biri de "O zaman sen de bunları çürüten doğru fikirleri anlat kardeşim." diye yazdı.Kısa bir bilgi notu düştükten sonra, bizzat videonun herkese açık yorum kısmına cep telefonumu yazdım. İsteyen arayabilir, tartışabilir ve konuşabiliriz, dedim. Bazı şeyler, yorum kısmına sığmayacak, uzun izah istiyor; kısa yazılarla geçiştirilecek türden olmuyor.
Kendilerini agnos diye tanımlayanların bir canlı ile bile çürütilebilen 'bilinmezlik' safsataları ile küfür ve şirk ile eş değer deizm gibi fikir kuruntularının altında cehaletle birlikte, mükellefiyetten kaçış da yatıyor. Özellikle üniversite çevresinde muhatap olduğumuz bazılarının bizzat şahit olduğum kem kümlerinin altında bu kaçışın olduğunu rahatlıkla görebiliyordum.
Yukarıda sözünü ettiğim arkadaşa "Varlıklara görmeyi,bilmeyi, duymayı, hayatı verenin bu sıfatların sahibi olması gerekmez mi?" diye sormuştum. Soruma:"Öyle ya sınırlı görmemiz, duymamız, hayatımız, anlamamız bunları bize veren Zât-ı Zülcelalin her şeyi kuşatmış ilmini, iradesini, duyma ve görmesini, sönmeyen hayatını göstermez mi?" diye de eklemiştim. Allah'ı işte bu sıfatları ile bilir ve tanırız, demiştim.Allah'ın bize sınırlı görme verebilmesi için her şeyi görmesi gerekmez mi? Diğer özellikler ve tüm varlıklar için de bu geçerli.
Arkadaş: "Öyleyse Allah, insanımsı bir varlık mı?" diye sormuştu bu sefer. Elbette ki bizdeki sınırlı ve arızalı sıfatları Allah vermiştir. İşte bu arızalı ve sınırlı sıfatlar, sadece bir harita gibi, bunların hakikatlerine ve sıfatları sınırsız bir Zât'tan geldiklerine işaret ederler,Onu gösterirler. Ama Onun nasılığını ve mahiyetini gösteremezler.
Evet dostlar, bir yazıya bakarak bunu yazanın ilmini, iradesini, görme ve kudretini, varlığını ve hayatını anlarız. Ama yazanı, yazıya benzetme cehaletine düşmeyiz. Allah da kendini sanatı ile bize gösterip tarif ettiği gibi, kelâmıyla ve gönderdiği peygamberlerle de tarif ediyor zaten. Allah'ı eksik, alakasız şekilde tanıyan veya tasavvur edenlerin de bu tasavvurlarının O'ndan uzak olduğunu da bildiriyor. Çünkü nasıl sorusunu şekil; nerede sorusunu da mekân yakalar. Allah bu ikisinden de münezzeh olduğu gibi, peygamber ve kitaplarla bildirdikleri dışında, birilerinin tasavvurundan da münezzehtir. O'nu, Zâtını anlayamayacağımızı anlamakla, O'na bir derece yaklaşabiliriz.
Selam ve dua ile.