Risale-i Nur'un azıcık da olsa kokusunu almış, ona ayna olabilen bir sohbette bulunmuş; insaflı bir ehl-i iman, yıllar da geçse unutamıyor bu sohbeti. İşte böyle arkadaşlarla bazen karşılaşıyoruz. Trabzon'da bir kardeş vakıfta görevli böyle bir arkadaşımız, bizi vakfın Necip Fazıl'ı tanıtan bir etkinliğine çağırmıştı. Etkinlik, ortaokul öğrencilerine yönelikti. Bu etkinlikte arkadaşlar, Necip Fazıl'ın davasını, şiirlerini anlatmışlardı. Fakat o seviyedeki öğrenciler, anlatılanlarla hiç de ilgilenmediler; istekli bir şekilde dinlemediler.
Konuşma sırası bize gelmişti. Düşündüm, bu körpe zihinlere ne anlatabilirdim. Aklıma Necip Fazıl'ın 'Sakarya Türküsü' şiirinin son dizeleri geldi.
"Yol O'nun, varlık O'nun gerisi hep angarya,
Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk Sakarya!"
Merhum şairimiz, şiirinde Sakarya imgesine Türk tarihini yüklüyor ve asırların şanlı sayfalarında bizi gezdiriyor. Bazen tarihimizi Sakarya'nın köpükten göğsüne bindirip onu çatlatıyor; bazen de yok edilmek istenen tarihin başına gelenleri anlatmak için suya perçin vurduruyordu. Bazen maziyi anmak adına, Yunus Emre'yi kıyısında gezdiriyor; bazen de dedelerimizin inşa ettiği çil çil kubbeleri nazara veriyordu. Bazen şanlı akıncıyı yurduna hasret bırakıyor, bazen de tarihe kast edenlere, "Siz hayat süren leşler, sizi kim diriltecek?" diye sesleniyordu.
Fakat şiirin ortasında, "Divanesi ikimiz kaldık Allah yolunun" diyerek işaret ettiği o mukaddes yolu, sonunda, "Yol O'nun, varlık O'nun, gerisi hep angarya!" diyerek de biricik yol olarak ilân ediyordu.
Tekrar düşündüm, bir önceki konuşmacıları, biraz da haklı olarak ilgisizce dinleyen bu genç ve körpe zihinlere, bu dizeyi de işin içine katarak ne anlatayım?
"Yol onun, varlık onun..." dizesini okudum. Ve burada işaret edilen varlıkların ne olduğunu anlatarak başladım söze.
Önce, isteseniz kendi varlıklarımızdan başlayalım. Hem de paha biçilmez, trilyonluk varlıklarımızdan. İşin acı tarafı, pek de farkında olamadığımız bu varlıklarımızdan başlayalım, dedim çocuklara. Başta aklımız, gözlerimiz ve yine bir çift ayak ve ellerimizden.
Şimdiye kadar böyle bir yaklaşım görmeyen çocuklar, birden dikkat kesilip hatta bazıları ellerine, ayaklarına bakmaya başladılar. Bazıları da benim eksik bıraktığım "parmak, kaş, saç da var hocam var" diye seslendiler.
Önce, bu varlıkların hakikî sahibini hatırlatmak ve kısa yoldan tanıtmak için, kendi gözlüğümü göstererek: "Bu gözlüğün bir tasarımcısı ve yapanı, bir gözlükçüsü var mı ya da bir gözlük kendiliğinden oluşur mu?" diye sordum.
- Elbette bir gözlükçüsü var, kendiliğinden olmaz, olamaz, dediler.
-Peki ayakkabılar, bir ayakkabıcı olmadan kendiliğinden olur mu, diye ilave ettim.
-Olamaz!
- Ya ellerimize taktığımız basit eldivenler?
-Yine kendiliğinden olamaz, dediler.
Arkadaşlar, sevgili gençler, basit bir gözlük, ayakkabı, eldiven, ceket gibi günlük kullandığımız eşyalar kendiliğinden olmaz, olamaz. Bunların bir sahibi, bize hediye edeni, vereni olur da; ömür boyu kullandığımız gözün, ayağın, ellerin bir yapanı, sahibi olmaz mı? İşte şairimiz burada, bu varlıkların sahibini bize hatırlatıyor ve yolun da varlığın da hakikî sahibinin Allah olduğunu bildiriyor.
Çocuklar pür dikkat kesildiler. Onlara asıl can alıcı soruyu sordum. Peki, bu kadar kıymetli bu cihazları Allah bize niçin verdi? Bir ayakkabıyı, gözlük veya eldiveni itina ile kullanırız ve buna dikkat ederiz değil mi? Aklımızı, ayağımızı, dilimizi, gözümüzü, ellerimizi yani bu kıymetli cihazları nerede, nasıl kullanalım ki onları yerli yerinde kullanmış olalım? Daha da önemlisi, bunu öğrenip buna dikkat ediyor muyuz? Gözümüzü nerede nasıl kullanacağız, dilimizle ne konuşup ne yiyeceğiz? Öğrencilerden biri, "hocam dili merak ediyorum, nasıl kullanacağız" diye açıklamamızı istedi.
Evvela, yalan söylemeyeceğiz, mesela Allah'ı inkâr en büyük yalandır. Her söylediğimiz doğru olacak. Lüzumsuz sözlerden kaçacağız. Küfürlü sözler gibi insana yakışmayan kelimelere yaklaşmayacağız. Gıybeti, dedikoduyu defterden sileceğiz. Yediğimiz yiyecek ve yemeklerin tadını alınca, bu tatları bu meyve ve sebzeleri tam da dilimize göre yerleştiren Allah'ı aklımızla tanıyıp O'na teşekkür edeceğiz.
Konuşmamız kırk dakikayı geçti, bitirmek istiyoruz ama öğrenciler öyle bir iştiyak ve istekle dinlediler ki dostum olan müdür de dahil, "hocam biraz daha devam edebilir misiniz" demeye başladılar.
Anlatılacak çok şey vardı ama aklıma bir yerde okuduğum bir diyalog geldi. Birisi, bir arkadaşına: "Allah bizim neyimiz olur?" diye sormuş. Arkadaş da saf bir endişeyle "estağfurullah" demeye başlamış. Hani bu tip sualleri daha çok tanıdığımız birine, basit bir yakınlığı öğrenmek için sorarız ya. Onun için bu sual, arkadaşta böyle bir şaşkınlığa sebep olmuş.
Soruyu soran ise, "neden tövbe ediyorsun" diye devam etmiş sözüne. "Allah bizim Rabbimiz olur, bizi yaratıp terbiye etti ve ediyor. Allah bizim Mâlikimiz olur, sahipsiz değiliz. Allah bizim Muhyimiz olur, bize hayat veriyor. Allah bizim Musavirimiz olur, bize suret verip bizi şekillendiriyor. Allah bizim Rezzakımız olur, maddî ve mânevi her türlü ihtiyacımızı veriyor. Allah bizim Şâfîmiz olur, hastalandığımızda bize şifa verir. İşte Allah ile, böyle isimleri sayısınca bağımız irtibatımız var. O'na her an, her şeyimizle muhtacız." Arkadaşı rahatlamış. "Böyle düşünmemiştim" demiş. Bunu çocuklara daha basit şekilde anlattım ve tekrar merhum şairin mezkûr dizesine getirdim sözü. İşte arkadaşlar, biz de dahil her şey, her varlık O'nun. Allah bizim neyimiz olur, sualinin cevabını da öğrenmiş olduk.
Dizenin başındaki yola gelince, işte size dizenin başından beri anlatmaya çalıştığımız bu yol da O'nun. Bu yolu bize, karanlıkta kalmayalım diye Peygamberimiz ve kitabımız Kur'an ile bize bildiren de O'dur. Eğer O, bu yolu bize bildirmeseydi, bunları bilemez ve karanlıkta, Sahibimiz ve Mâlikimiz kim olduğunu bilmeden yaşardık. Onun için, bu yola baş koyar, tutunursak; aşırılıklardan uzak durur, O'nun razı olduğu dosdoğru ve aydınlık bir yolda oluruz. Ondan sonra da ellerimizi, dilimizi, ayağımızı ve aklımızı israf edersek, yoldan saparsak iki dünyada da sıkıntıdan kurtulamayız.
Evet dostlar, geçen bir köy yaz dersinde 20. Mektub'un başından: "Bu perişan, fâni dünyada insan Sahibini tanımazsa, Mâlikini bulmazsa, ne kadar bîçare, sergerdân olduğunu herkes anlar" kısmını okurken, arkadaşlara aynı "Allah bizim neyimiz olur?" sualini sordum. Cevabı okuduğumuz metnin içindeydi. Sahibimiz olur, Mâlikimiz olur, Razıkımız olur ve hâkeza. Esma sayısınca bizimle her an irtibatı ve icraatı olan Zât-ı Zülcelal, marifeti ve marifeti nispetindeki muhabbetiyle, bizi nihayetsiz şikayetlerden, evham ve elemlerden de kurtarır. Daha neyimiz olsun ki?
Selam ve dua ile.