Asılsız Evhamın Mazeretleri

Habibi Nacar YILMAZ

Bu yazıyı yazdığımız hafta, okuma sırası Muhâkemat'a gelmişti. Elimizde tâ 70'li yıllarda aldığımız bir Muhâkemat ile bir de daha sonra elde ettiğimiz, biraz daha yeni baskı var. Fakat eski baskıyı çizerek, yanlarına yörelerine notlar düşerek okuduğumuz için, okumada onu tercih ediyoruz. Bir sürü yeri çizmemize ve yanlarına notlar düşmenize rağmen, gözden kaçan yerler keşfettik.

Mesela, "nazar- sathî" (üstün körü, öylesine bakış) on yerde geçiyor. Bir ikisi dikkatimizi çekmiş. Halbuki nazar-ı sathî için üstad, çok acib tanım ve tarifler; neticeleri için de çok çarpıcı tespitlerde bulunuyor.

Evvelâ, "nazar-ı sathî ile iktifa etmeyiniz" diyor. Başka bir yerde, "Kur'an âyetleri, cehlin zulmünü ve nazar-ı sathînin zulümatanı dağıtır." buyuruyor. Az ilerisinde "Ülfetin (alışkanlığın) hem cehaleti hem de sathî nazarı netice verdiğini" anlatıyor. Yani dikkatsizce, düşünmeden, adet yerini bulsun diye yaptığımız okumalar, tefekkürler, boşuna olduğu gibi, kainat kitabına saldırdığımız öylesine nazarlar da altında çok karanlıklar saklıyor. Sayısızca güzellik ve mucizeler, sanat ve hikmetler anlamsızlaşıyor ve insanı kâinatta sanki düzgün bir işleyiş yok da kaos var, gibi kanaate götürüyor.

Şimdi üstad size gelse dese ki "Kırk sene ömrümde, otuz sene tahsilimde dört kelime öğrendim." ki bu öğrendiklerimle hadsiz bir ilim hazinesi buldum. Ona ne der ve ne sorarsınız? Otuz sene tahsilinde öğrendiği o dört kelimeyi kestirmeden öğrenmek isteriz, değil mi? Evet, üstad gelmez ve gelemez. Fakat daha dünyada iken bunu bize anlatmış hem de hayatında uygulamalı olarak. Bir yanında kâinat kitabı, bir elinde kâinat kitabının kıraati olan Kur'an-ı Hakîm olarak, nazarları mütemadiyen sanat-ı İlâhiyeye çevirmiş; eline takılan kelepçenin bile adi demirini değil, sanat yönünü nazara vermiş. İşte, bu bakış açısına "mana-yı harfî" diyoruz. Yani sanata bakınca, hemen sanatkârı akla getirmek, O'nun maksadını ve sanatla bize okutturmak istenen esmayı okuyabilmek. Bunun için, Kur'an'ın sathî nazarı delen, dâima insanın nazarını sanattan sanatkâra çeviren kevnî âyetlerini ayrı bir dikkatle okumak gerekir. Nurları dikkatle okuduğunuzda, üstadın bu âyetler fazlasıyla yer verdiğini zaten görüyoruz. Bu bakış açısı gerçekten çok önemli.

Geçenlerde biraz da iddialı bir dinsizle yazışmamızda, bunu ibretle gördüm. Adam "sanat ve sanatçı" kelimelerine bile yabancı. "Sanatlı bir eser, sanatkârı icab etmez mi?" sualimize: "Yapay sanatların yapıcısı olduğunu tecrübemizle biliriz, ama doğal şeyler için aynı şeyi söyleyemeyiz." cümlesi ile cevap verdi. Arkadaş, doğal sanat ve bir sanatçısı olduğunu bilemeyiz dediğin sanatlar, yapay olandan daha çokça, hem de daha harika. Tat, koku, renk, canlılık ve diğer özellikleri ile yapay olandan kat kat daha cazibedâr olan bu sanatlar, size daha büyük bir tecrübe olmaz mı? Cevap çok şaşırtıcı. "Ben öyle harika sanatlar ve bu sanatların bir sanatkârı olabileceğine kanaat getiremiyorum." Bu arkadaşın garip cevabı beni bayağı düşündürdü hâlâ da düşündürüyor. Ayrıca önemli de bir ders veriyor.

Bu arkadaşın cevabının "sathî bakış, gurur, ilmî enaniyet, mesuliyetten kaçış, aklın göze inmesi" gibi sebeplerini bilebiliyorduk. Ama Muhâkemat'ı bu seferki okuyuşumuzda Üçüncü Makalede üstadın "Hakikatin keşfine mani" olarak kaydettiği, önemli bir tespiti de fark ettik. Başta "Arzu-yu hilaf ve iltizam-ı muhalif ve taraftar-ı nefis" cihetleri var ki bazılarını "asılsız evhâmını güya bir asla bağlamakla kendini mazur göstermekte" bu cihetleri kullanıyor. Yani hakka taraftar olmak arzusunda değil. Hakka muhalif olup nefsini tercih ediyor. Bunları da kendine bir çocuk tabiatı gibi mazeret ve bahane olarak görüyor veya bahane olarak kullanıyor.

Üstad, Üçüncü Makalenin İkinci Mukaddimesinde bir teklifte bulunuyor. Diyor ki "Çocuk tabiatı gibi bu tip bahaneleri, sadece ayıp kusur aramayı, basit şeyleri bahane tutmayı bırakıp nefsini bu şeylerden tecrit etmek" şartıyla beni huzur-u kalp ile bir dinle bakalım.

Dinle, dedikten sonra da akidenin yani inancın, imanın temellerini, kelime-i şehadetin her iki kanadının hakikatini, tabiat ve esbabın mahiyetini ve bunların icattan ne kadar uzak olduklarını mukni şekilde hülâsâten ortaya koyuyor.

Meslek olarak geri seviyede edebiyatçıyız ama tevhide daha geniş ayna olduklarından, fen bilimlerini daha fazla takip eder ve inceleriz. Dergi abonesi olur ve kitaplar okumaya çalışırız. Özellikle de biyoloji. Geçenlerde 9. sınıf biyoloji kitabını inceledim. Hususen hücre bilgisini. Birkaç hafta içinde üniversiteye biyoloji bölümüne gideceğiz. Sağ olsun, Profesör bir değerli hocamız laboratuvarını bize açacak ve mikroskopla ölü ve canlı hücreleri inceleyeceğiz. Özellikle bir ülke güvenlik bölgesi gibi çalışan hücre zarının hareketli yapısını, çok merak ediyorum.

Maddenin en küçük parçası atom, canlının da en küçük parçası hücre. Her bir canlı, atom ve hücre yığınlarının tanziminden ibaret. "Sanat, hareket ve hız" bakımından sivrisinek, filden geri değil; belki daha da ileri. Yani madde inceldikçe, sanat daha da ileri derecede kendini gösteriyor. Düşünün, filin hortumunu delmek mi daha zor, yoksa sivrisineğin hortumunu mu? Âyette Rabbimiz buyuruyor ya: "Allah'tan başka ilah edindikleriniz bir araya gelseler bile bir sineği yaratamazlar." Devamı daha da mucizevî yönüne işaret ediyor: "Sinek onlardan bir şey kapsa, bunu da ondan geri alamazlar."

İnsanlar, çoğu teknolojik gelişmeyi hayvanların hassas sistemlerini inceleyip, onların maddi anlamda mümkün olabileceklerini görüp taklit ettiler. Bugünkü teleskoptan tut uçağa ve denizaltıya kadar çoğu harikaları bu taklide borçluyuz. Sineğin kalkması ve konması için bir düzgün yüzey, alana veya indirme sistemine ihtiyaç var mı? Beşer, o noktaya daha ulaşamadı.

Kur'an, kâinatın tılsımını, harekât ve değişimin sırrını ve kaynağını bize bildiriyor; insanın aklını rahatlatıyor. Üstad da 30.Söz'de Kur'an'ın keşfettiğini "Ene ve Zerreden İbaret" ismiyle bu sırrı asrın önüne açıyor. Zerre ise, sadece sayısı miktarınca değil; mahirane şekilde yerine getirdiği görevleri sayısınca, Allah'ı gösteriyor. Ene, enaniyet ise, bir hazine anahtarı gibi. Yerinde kullanabilmemiz sayesinde hem kendinizin hem de âlemin sırlarını çözebiliyoruz.

Evet dostlar, adam "Hocam, kâinatta bir nizam var, öyleyse bunun bir sahibi olması lazım değil mi, diye soruyorlar. Buna ne diyelim?" diye soruyor. Koskoca güya profesör bu suale "Ne nizamı yahu! Kaos var kaos!" diye cevap veriyor. Bu ahmaka, asırlar arkasından Kur'an cevap veriyor: "Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun? Sonra tekrar tekrar çevir de bak. Kusur kaos arayan göz, aradığını bulamadan bitkin olarak sana dönecektir."

Muhâkemat'la başladık onunla bitirelim: "Beşerdeki telahûk-u efkâr sayesinde (fikirlerin birleşmesi ve istişaresiyle) kâinatın her bir nevine mahsus küllî, muntazam kanunlardan ibaret (çekme, düşme, büyüme... kanunları) bir fen teşekkül etmiş ve etmekte."

Eğer kaos olsaydı, her tarafı ihata eden kanun olur muydu? Daha da görünür ve önemlisi ilim ve fen olur muydu?

Selam ve dua ile.

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (8)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.