Çok eski oluyor. Bir geniş sohbette kader konusunu, 26.Söz'den okuyoruz. Dersin bir yerinde, emekli müftü bir hocamız da derse teşrif ettiler. Değerli ve şimdi rahmetli olan hocamız, bir arkadaşınızın babası ve hizmete de dost biriydi. Sohbeti, büyük bir alaka ile dinledi ve sonunda gelip alnımızdan öptü. Aslında alnından öpülecek olan nurlardı ve hususun asırların hallinde zorlandığı, münakaşa ve birtakım fikrî ihtilafların da kaynağı olan kader meselesini büyük bir vukufiyetle halleden, başta 26. Söz ve başka ilgili bahislerdi.
Sonra bu değerli âlim zât, bizim de sıkça uğradığımız bir camide,cuma vaazında kader mevzusunu açtı ve o akşam bizden dinlediklerini de anlatmaya başladı. Fakat kader gibi bir mevzuyu hem de cami cemaatine aktarmada bayağı zorlandı. Dinlediklerini de aktarmada eksik kalınca, işi haftaya havale ederek vaazını bitirdi.
Zaman zaman nurlardan habersiz üniversite hocaları ile konuşuyor ve yazışıyoruz. Gerçekten bu mevzuyu "efradını câmi, ağyarını mâni" şekilde ve cesaretle ya izah edemiyorlar veya eksik bırakıyorlar. Biçare hakikatler de gevezelikten başka hiçbir özelliği olmayan bizim gibi kıymetsiz ellerde, kıymetsiz kalıyor.
"Kadere iman, iman esaslarından değildir."diye yırtınan ve kaderi, sadece bir yönüyle anlatan belli bir kesimler de var. Onlar da Hicr Suresinin "Biz her şeyi belirli bir miktarda indiririz." mealindeki 21. âyeti ile, miktardan ve takdirden bahseden başka bir iki âyeti nazara veriyorlar. Sadece bu yönüyle,bu arkadaşlar haklılar elbette. Çünkü âyetlerin ifade ettiği mânâ, kaderin insan iradesine bakmayan, ızdırari dediğimiz yönünü anlatıyor. "Kaderi konuşmayınız, zira o, Allah'ın bir sırrıdır." ikaz-ı Nebevisi, işte kaderin bizim ihtiyarımızı ilgilendirmeyen, doğrudan Allah'ın iradesine, O'nun kararına bakan kader ile; hikmetini bilemediğimiz bazı hadisâtın arka yüzünü yani Hikmet-i İlâhiyi tartışamama yönüne bakıyor.
Yoksa "Allah yarattıklarını bilmez mi?" âyetinin ışığında, Sonsuz İlmin dairesinin haricinde olmayan ef'al-i ibâda ( kulların fiillerine) bakan yönüne bakmıyor. Bu yönüyle kaderi tartışmak, münakaşa şeklinde bahsine de gerek yok. Olamaz da zaten. Çünkü "Mesâil-i imaniyenin, münakaşa suretinde bahsi caiz değildir." Peki varlığına iman ettiğimiz kaderin neye işaret edip neye baktığını anlamayacak mıyız? Anlamadan mı iman edeceğiz? Hayır. Münakaşanın fıtratında, hissiyatı tatmin ve karşı tarafı mağlup etmek ağır basar.Kader bahsi ise,anlamak için okunur veya dinlenir.Tek izahı vardır çünkü. Hakperst insan da bunu anlamak için niyetlenirse, mesafe alabilir. Bu konudaki tüm okumalarımız ve kulak kabartmalarımız da bunun için oldu çok şükür.
İlm-i İlâhinin ezeliyetini ve ezelî ilmin içinde, öncelik ve sonralığın olmadığını anlamış, demeyelim de bilen bir insanın kaderin, kulların fiillerine bakan cihetini kavraması kolay olur. Bazen "İlm-i ezelî ne demek, ihata edemiyoruz?" diye sual ediliyor. Buna karşı "İşte, ezelî ilim ne demek dediğiniz için, o, ezelî ilimdir."cevabını veriyoruz. Çünkü senin mahdut, sınırlı zihnin ve aklın, ezelî ilmin mahiyetini, nasıllığını kavrayamaz. Kavradığım dediğin şey, ezelî değildir. Zihnin mahluk olduğu için, onda zuhur eden, yani ihata ettiğini zannettiğin de mahluktur.
Sonuçta, senden çıkan fiillerin aslını yaratan Cenab-ı Allah'tır fakat fiilin sıfatına (iyi ya da kötü oluşuna) karar veren sensin. Hâliyle mesul olan da sensin. Allah'ın o fiili, ezelî ilmiyle bilip de- ki aksi zaten olamaz- başka mühim ince sırlar için kaderine yazması, sadece ilim dairesine ait olan bir keyfiyet olduğu ve bu bilmenin de seni o fiili yapmaya mecbur bırakmadığı için, fiillerinde mesuliyet de mükafat da senindir. Çünkü Allah fiili belirleyen değil, bilendir. Sadece hasenat fiillerinde hissen az olduğu için, fahre ,gurura hakkın yoktur. Seyyiat da ise tamamen mesulsün.
Peki, hasenatta yani güzel fiillerde niçin fahre, övünmeye, kendine büyük hisse çıkarmaya hakkın yok. Çünkü o fiilerde hissen çok az. O da sadece bir yönelme, meyilden ibaret.
İsterseniz, kararımıza da bakmayan, yaratılmasında hiçbir dahlimiz olmayan, ızdırarî dediğimiz fiillerimizdeki hissemiz olan beklemekten başlayalım.
O fiileri yapmak için bekliyorsun, akşam oluyor, sabah oluyor, hiçbir müdahelen yok. İlaç alıyorsun, şifa için sadece bekliyorsun.Karar veriyorsun ama görmen için sadece bekliyorsun.
Kalbin çalışıyor, boyun, tırnakların, saçların uzuyor; hatta bunların olduğundan, sonradan veya bir sekte olduğu zaman haberin oluyor. Çiğneyip yutuyorsun sadece. Gerisini yine bekliyoruz. Fiil yapman için beynin komutunu bekliyorsun. Komut kesilse veya gecikse ayağını, kolunu, dilini bile çalıştıramıyor; sadece düzelmesi için bekliyorsun.
Nasıl ağacın yaptığı sadece beklemek. Üzerinde dallar, çiçekler, yapraklar oluyor, diziliyor. Senin de işin, sadece beklemek. Her an, her fiil, her yönelişinde, her kararın sonrasında sadece bekliyorsun. Mesela gözünü, ayağını bir tarafa yönlendiriyor; ağzını bir kelâm söylemek için hazır bekletiyorsun. Ama sadece bekletiyorsun. Gerisi sana ait değil. Allah istemese gözün göremiyor, yürüyemiyorsun. Beklemek, bir fiilin faili olur mu? Demiştik ya bir ağaç sadece bekliyor, meyve ve yaprakları ona Cenab-ı Allah asıyor, takıyor. Aynı şekilde senin haberin olmadan kanın dolaşıyor, nefes alıyor ve veriyorsun. Saçların uzuyor, beynin çalışıyor. Bunlar da hiçbir dahlin yok. Öyle de bu sefer de karar verdiğin ihtiyarî fiillerinde de kararından sonra bir dahlin yok. Sadece bekliyorsun. Peki, karar verdikten sonra görme, fiilini, yürüme ve konuşma fiillerini kim yaratıyor?
Bütün bu fiillerin tahakkuku için, kâinatın bütün cüzleriyle düzgün işlemesi, vücudunun tüm hücre ve sinir damarlarıyla tam çalışması şart. Ama senin bunları yapmaya, kontrole ne elin yetişiyor ne de gücün yetiyor. Hatta elini ağzına götürsen, miden ağzına geliyor.
Vücudun devamı için gerekli levazımatı da tedarik edemiyorsun. Ne diyor söz sultanı "Ey insan! Sen kendini kendine mâlik sayma. Çünkü sen kendini idare edemezsin;o yük ağırdır. Kendi başına muhafaza edemezsin. Belalardan sakınıp levazımatını yerine getiremezsin."
Evet dostlar, işleyişinden habersiz olduğumuz, devamı için sadece beklediğimiz binlerce fiil sayesinde devamı mümkün olan vücut gemisinde, sadece dümenciyiz. Meyilden ibaret basit bir hissemiz ile hiçbir güzel fiilimizle övünmeye, gurura hakkımız yok. Bu çok mühim meseleyi biraz uzatmamızın asıl sebebi, uhrevî âlemde yüz akımız olacak ihlâsın temelinin de buna bağlı olmasıdır. Kötü fiillerimizde ise, vücut gemisinde binlerce çalışanın emeğini heba edip onları neticesiz bıraktığımız için, tamamen mesulüz. Böyle bir kötü neticenin hesabı ise, ödülü de cezası da geçici olan dünyada değil; ancak köprüsü de hesabı da çetin olacak olan ahirette görülür.
Selam ve dua ile.