Üstadın başının üstünde asılı bulundurduğu, sabah akşam ona bakıp dersini aldığı levhanın dördüncü nasihatında geçen: "Düşman istersen, nefis yeter. Evet, kendini beğenen belayı bulur; zahmete düşer, kendini beğenmeyen safayı bulur, rahmete gider." cümlesini hatırladınız değil mi?
Bu kısmı ilk okuduğum zamanlar, bir düşman olarak nefsin bir sürü desise, oyun ve tuzaklarından, üstadın burada sadece "kendini beğenmeyi" nazara vermesini anlayamamıştım. Ayrıca kendini beğenen belayı nasıl bulup zahmete düşermiş; nefsini beğenmeyen de safayı bulur rahmete gidermiş. Şimdi de çok anladığımız sayılmaz ise de sesli bir şekilde anlamaya çalışacağız en azından.
Bazen ders okuma sırası bize geldiğinde, çarpıcı girişler yapmayı da seven biri olarak: "Nurculuğu bir cümleyle tarif etsek; herhalde nurculuk, insanın acz ve fakr yönünü parlatmak, naks ve kusurunu kendine göstermek şeklinde tarif edebiliriz." diye ifade etmeye çalışırım. Rahmetli Kırkıncı Hocamız da bir sohbetinde: "Nurculuk, namaz kıldırma harekâtıdır." dediğini de hatırlıyorum. Elbette bunlara ilaveten "iman kurtarma hizmeti" yönünü de hatırlatmadan da geçemeyiz herhalde.
Bu "iman kurtarma hizmeti" o kadar ulvî ve parlak ki üstad bir mektubunda, bunun ittihad-ı İslam'a bile alet edilemeyeceğini ifade ettiğini unutmayalım.
İman hizmetini, sadece "inkârcı birinin hidayetine vesile olmak" şeklinde anlamak, eksik kalıyor biraz. Elbette bu, en arzu edilir ve hedef alınır bir fazilettir ama iman hizmetinin mevcut imanı muhafaza, kavilleştirme, tahkikte ilerletme veya küfre düşmesine engel olma gibi dereceleri de vardır. Hani Pencereler Risalesi olan 33. Söz'ün sonunda: "Şu 33. Pencereli Mektup, imanı olmayanı inşallah imana getirir, imanı zayıf olanın imanını kuvvetleştirir, imanı kavi ve taklidi olanın imanını tahkiki yapar, imanı tahkiki olanın imanını genişlendirir, imanı geniş olanlara bütün kemalâtın esası olan marifetullahta terakkiyât verir. Daha nuranî, daha parlak manzaraları açar." notu var ya. Bu, çok önemli.
Bu manaya hizmet eden bir cümleden tut, bir sohbete veya derse, bu nazarla bakmak lazım. Bir lisede, seri konuşmalarımız olmuştu. Yıllar içinde, bir üniversite yurdunda, mescitte bizi dinleyen bir genç: "Hocam beni hatırladınız mı?" diye sordu. Hatırlayamamıştım arkadaşı. Meğer o lisede bizi bir defa dinlemiş ve o dinledikleri, onu mescide taşımış. Bazen bir cümle bir hidayete veya gafletten uyanmaya vesile olabilir. Bu da bir iman hizmetidir.
Bu fakir bir derste çay dağıtan bir kardeşin: "Abi, sen ne kadar bencisin?" demesi ile sarsılıp uyandığımı hatırlıyorum mesela. Hiçbir şey zayi olmuyor. Mutlaka hedefe varıyor. Fakat âcizane tespitim şu ki lisan-ı hâlin tesiri ve kalıcılığı daha fazla oluyor.
Sözü başlığa, kendini beğenmeye getirelim. Hani çay dağıtan kardeş: "Abi, sen ne kadar bencisin?" demişti ya. İlk uyanışım gerçekten böyle başladı. Gerçekten benci miydim, diye kendimi sorgulayışım orada başladı diyebilirim. İnsan kendini ne kadar beğendiğinin, kusurları kendine pek yakıştıramadığının pek farkında olamıyor. Bazen düşüş de buradan başlıyor zaten. O zaman ciddi bir tenkit, onun yıkımının da başlangıcı oluveriyor. Halbuki insan, kendisine dışarıdan bakabilse, kusur, eksik ve hatta yönlerini görebilse, görmeye çalışsa, hiçbir kaybı olmadığı gibi; en azından hem o eksiklerini tamamlayabilecek hem de kendisine yönetilen tenkitlerin hasarını en aza indirmiş olacaktır. Ama çoğu zaman bunu başaramıyoruz. Bu başarısız oluşuşumuzun altında, nefsimize güvenimiz, onu ayıp ve kusurlardan uzak ve onu bunlara layık göremeyişimiz yatıyor. Yani nefsimizi takdis ediyor, onu mukaddes bir havaya sokuyoruz. Onu eleştirilemez zannediyoruz. Küçük bir eleştiri, bizi hemen onun avukatlığına soyunmaya ve tahammülsüzlük göstermeye sevk ediyor. Yani mâbuda layık bir tenzih yoluna seçiyoruz.
Peki, bütün bunlar, bizi daha mı bilinir ve görünür yapıyor? Hayır. Hem dünyevî hem uhrevî fazilet noktasında, daha da silinir oluyoruz. Halbuki hem dünyevî hem uhrevî açıdan bilinmenin yolu, silinmekten; huzûzât-ı nefsiyeden vazgeçmekten; fazilet ve kemalâtı nefsine nisbet etmemekten geçiyor. Bu, insanı zahmetten de kurtarıyor. İnsan böylece safayı buluyor, rahat oluyor. Kendini farklı gösterme zahmetinden de kurtuluyorsun.
Bazen alkış ve teveccüh gülücükleri, insanın manevî aklını bulandırabilir. Bulanık zihin, tepetaklak gider, dengeyi tutturamaz. "Ben kuru çubuk hükmündeyim." cümlesi, bütün bunların kökünü kesen, ön alan siper bir cümle. Öyle ya üzümler, kuru çubuğa verilmediği gibi; bizdeki güzelliklere de yüzde bir hissemizle sahip çıkıp izafete giremeyiz.
"Said, tam toprak gibi mahviyette, terk-i enaniyet ve tevazu-u mutlakta bulunmak şarttır." cümlesi ise, bilinmenin başka bir tarzda yolunu bize gösteriyor. Peki, niçin su, hava gibi değil de toprak gibi olmak gerekir? Malûm toprak, her türlü hakarete maruz fakat secde de ona doğru yapılıyor. Belki de bu hakirlik sayesinde böyle bir yüce hâle çıkartılmış. Üstad, niçin toprak gibi olmak lazım geldiğinin gerekçesini de devamında:"Tâ ki Said Risale-i Nur'u bulandırmasın." cümlesiyle açıklıyor. Demek kendine makam vermek, izafet ve nispetlerde bulunmak, maneviyat aklını bulandırdığı gibi, nur hizmetini de bulandırıyor ve hizmeti şahsî kılabiliyor. Halbuki bu hizmet şahsîlik kaldırmadığı gibi, mutlak tevazuyu da şart olarak istiyor. Yoksa içerde ve dışarda aks-ül âmele sebep oluyor.
"Bilinmenin yolu, silinmekten geçer." cümlesi: "Yok, yok ise; o vardır. Yok, yok olsa, var olur." hakikatinin de bir tercümesi sayılır. Hakikatte sana ait bir şeyin olmadığını anlaman ve bunu itirafın, bunu anlaman derecesinde seni yükseltiyor, var ediyor; görünür kılıyor. Yani acz ve fakrını anladığın nispette ubudiyet miracında yükseldiğin gibi, nefsi temize çıkarmanın da yolu, onu temize çıkarmamaktan yani kusurlu görmekten geçiyor. İnsanı Cenab-ı Hakk'a vasıl edip ulaştıracak yolun ilk adımı da bu değil mi zaten?
Evet dostlar, işin başı, "Cenab-ı Hakk'ın hadsiz kudret ve nihayetsiz rahmetini göstermek için mahiyetimize yüklediği nihayetsiz acz ve zaaf ve fakr madenini işletmekten" geçiyor. Allah'ı görmek, bilmek önce kendimizi görmek ve mahiyetimizi anlamaya bağlı. Yani yetmezliğimizi anlamamız gerekiyor. Ne basit bir yaprağı yapabiliyor ne de toprağa sözümüz geçebiliyor. Her an, her şeyimiz bize borç veriliyor. Anlayacağınız, sahibi olduğumuzu sandığımız şeylerin sadece yanındasın, sahibi değilsin. Sahibi olmadığın şeylerin gerçek sahibini anlaman seni bilinir ve görünür kılıyor. Bunun ne derece farkındayız?
Selam ve dua ile.