O gece pek uyuyamamış; uzun yoldan gelen oğlumu da beklemenin verdiği tedirginlikle, kitaplar ve seccade arasında kalmıştım. Yorulunca, azıcık dinlenip sonra sabah namazını kılarız niyetiyle, başımı daha yastığa yeni koymuştum ki başımın altındaki yastığın sanki sağa sola kaydığını hissettim. Başım dönüyor, zannedip tekrar başımı yastığa daha hızlıca koyunca, aynı durumun devam ettiğini gördüm ve hemen büyük bir depremin Karadeniz'e tâ Trabzon'a da uzandığını tahmin edebildim. Çünkü 1984 depreminde de hem de gündüz vaktinde aynı durumu yaşamıştık.
Artık, tekrar uyumak mümkün mü? Bizim bölgemizde, artçı depremler hissedilmiyordu ama bu büyük olduğu anlaşılan depremin hangi bölgede, kaç vilayeti vurduğunu merakla beklemeye başladık. Çok geçmedi, haberlerde ve sosyal medyada deprem bilgileri gelmeye başladı. Aynı gün öğleden sonra, yine Karadeniz'de de bariz bir şekilde hissettiğimiz, aynı şiddette bir sarsıntı daha oldu. Her sallanmada ve bunları haberlerde izlediğimizde, sıcak ve rahat ortamlarımızda sanki kalbimizin derinliklerinde hissediyor; bedenen olmazsa da başta dualarımız, imkân ölçüsünde de maddî ve manevî yardımların yollarını arıyorduk.
Yine bu köşede çıkan bir yazımızda, infak meselesini işlemiş ve yazının bir yerinde "Kur'an'da ve başta sahabenin hayatında infak o kadar teşvik edilmiş ki sanki İslamiyet'in infak dini, Müslüman'ın da yine infak için yaratılmış olduğunu anlıyoruz." diye de not düşmüştük. Yüz kadar âyette, açık şekilde infak teşvikle emredilmiş; Müslüman'ın da ihtiyaç fazlasını infaka ayırması istenmiş.
Dert, Müslüman için ortaktır. Birine batan iğne, hepimize batmıştır. Yıkılan ev, birinin değil; hepimizindir. Birinin sevinci hepsinin, üzüntüsü yine herkesin üzüntüsüdür. Maraş'ta ,Trabzon Caddesi'nde yıkılan binalar, sanki Trabzon'da Maraş Caddesi'nde başımıza yıkılmıştır. Hatay'da yıkılan, sadece Altıyüz Evler Sitesi değil, sanki Trabzon'daki onlarca siteden biridir. Gaziantep'te Nurdağı'nda enkazdan çıkaran Abdulkerim, yine can kardeşimizdir. Adıyaman İsias Otel'de enkaz altındaki otuz öğrenci, bizim evladımız olduğu gibi; yine okuma programı için gittikleri Adıyaman'da şehit olan çoğu hafız yirmi kızımız da bizim kızımızdır, Maraş'ta enkazdan çıkamayan minicik yirmi hâfız adayı da bizim yavrularımızdır. Acıları, acımız, dertleri derdimiz; dualarımız, yakarışlarımız onlar içindir. Kars'tan ineğini satarak ulaştıran anne, bizim teyzemiz; umre paralarını bölgeye göndererek, en isabetli kararı veren kahraman da bizim kardeşimizdir.
Yine deprem bölgesindeki marketini, ardına kadar açarak, gıda ve temizlik ürünlerini ücretsiz dağıtan da; İstanbul'dan büyük marketinin tüm ürünlerini felâket bölgesine gönderen kardeşim de; beş yüz jeneratörün yanında bir sürü teknik malzeme hibe eden şirketimiz de; Azerbaycan'dan o bölgede çalışan makinelerin petrol ihtiyaçlarını karşılayan şirket de; Trabzon, Rize, Giresun, Ordu'dan kopup giden arkadaşlarımız da bizimdir. Bizim sesimizdir. Bütün bunlar, aklın ve vicdanın uyanışı; Rabbimizin "İyilik ve takvada yardımlaşınız." emrinin birer tezahürüdür. Bu Müslüman milletin tarih boyunca gösterdiği nice kahramanlık, fedakârlık ve dayanışma örnekleri vardır. Bu birlik ve beraberliğin önünde durulmaz. Sadece yanında durulur, buraya hizalanır. Büyük felâketler, büyük dayanışmaları netice verir. Celal yağmurları, cemal çiçeklerini yetiştirir. İyi günler, şükür isteyip nankörlüğü reddettiği gibi; kötü günler de sabrı istiyor, isyanı değil. Zâhirdeki müşevveşiyet, arkadaki bin bir rahmeti sakladığı ve gözlere göstermediği gibi, zorluk ve zahmetler de yine bin bir rahmete gebedir. Biz Müslümanlar, tek hayatlı değiliz ki kaybımızı ebedî kayıp, kazancımızı da ebedî kazanç olarak görelim.
Fakat tek hayatlı bazı bedbahtlar bundan müstesna elbette. Cibilliyetini her fırsatta ortaya koyarak, ortalığı zehirleyen malûm zihniyet, bu felakette de kendini göstermiştir. Hata ve eksikleri, akl-ı selimle sorgulamak yerine, bu milleti ayakta tutan ve millete hayat veren en büyük teselli kaynağı dinini, imanını güya depremin sebebi saymıştır. Bu zihniyet demek fırsatını bulsa, daha önce fırsat elindeyken yaptığı tahribatın belki bin katını yapacaktır. Fıtrat bozulunca, düzelmesi de zor gerçekten.
Diğer bir çok sivil inisiyatif gibi, Diyanet Vakfı da seferber olmuş; çadırlar, geçici yemekhaneler kurmuş; ayrıca cenazelerin defninde de yardımcı oluyor. Aynı zihniyetin sarhoş bir vekili "Lütfen yardımlarınızı bu vakfa göndermeyin" diye feryat ediyor. Bir başkası, duyum üzerinden Afad'a iftira atıyor. Emsali görülmemiş, ayrıca bir iki Avrupa devletinden daha büyük bir alanda olan deprem bölgesinde, hâliyle ihtiyaç anında karşılanamıyor. Her derde anında ilaç bulunamıyor. Bu, devletin yetersizliğinden çok, felaketin büyüklüğünden kaynaklanıyor biraz da. Fakat acı olan şu ki hiçbir derde deva olamayan birileri, çoğu duyduğunun yalancısı konumunda sayılabilecek paylaşımlar ve yayınlar yapıyor ve bunlar da milletin, devletin direncini kırıyor. Milletimizin moralini bozuyor.
Felaketin büyüklüğü demiştik. Trabzon mezunu ve Maraş'ta mukîm, çocukları ile inşaat sektöründe firması olan Fahri kardeş aradı. "Az buz bir deprem değil. Diğer depremlerden kat kat fazla hasara yol açtı. Maraş'ın belki yarısının etkilendiği bir yıkım var." diyor. Zilzal Suresi'nin bildirdiği kıyamet sahnesi sanki tecelli etmiş. "Yer dehşetli sarsıntıyla sarsıldığında. Ve yer ağırlıklarını dışarı attığında. Ve insan, ne oluyor buna dediğinde..."
Belki de sabahın erken saatinde, "İnsan ne oluyor buna?" diyemediği, demeye fırsat bulamadığı bir anda "Ben-i Âdem'den, bahusus ehl-i imandan beğenmediği bir kısım etvar-ı gafletin sıklet-i maneviyesinden omuz silkmeye benzeyen zelzele..." bir dakikada, mesken ve mekânları yerle bir ediveriyor. Bizzat yaşayanların ifadesiyle "Deprem ötesi bir şey, bir nev'i kıyamet provası da diyebiliriz buna."
"Etvar-ı gaflet" (gafletli haller, tavırlar) çok önemli. Yani gafletli tavırlarımız, hallerimiz. Bunlar, ne ola ki acaba? Bunu konuşacak vakitte miyiz, tam kestiremiyorum ama daha az bir süre önce pandemide kabrin kıyısından dönmüş; uzun müddet evden de çıkamamış biri olarak, nefsim adına söylüyorum ki gafletli tavırlarımızı tam değerlendirip kendimize çek-i düzen verdiğimizi söyleyemem.
Evet, "O musibetteki gazap ve hiddet içinde onlara bir rahmet cilvesi var. Çünkü masumların fâni malları, onların hakkında sadaka olup bâki bir mal hükmüne geçtiği gibi, fâni hayatları dahi bir bâki hayatı kazandıracak derecede, bir nev'i şehadet hükmünde olarak, nispeten az ve muvakkat bir meşakkat ve azaptan, büyük ve dâimî bir kazancı kazandıran bu zelzele, onlar hakkında aynı gazap içinde bir rahmet" oluyor. Amenna.
Fâniyi verip bâkiyi alan, geçiciyi kaybedip ebedîyi kazanan elbette ki kaybetmemiştir. Fakat bu, etvar-ı gaflette olduğumuzu iptal etmiyor. Onu düşünmemize engel değil.
Fert ve millet olarak, hem etvar-ı gafletten hem de dünyanın sefahate ve gafletli yönüne olan yakınlığımızdan, bulaşıklı ve tereddütlü hâllerimizden, ebed âleminde elimize verilecek ömür sayfası için kayıtta olduğumuzu bildiğimiz halde, bundan habersiz gibi yaşayışımızdan bir gusül lazımdır. Şimdi değilse ne zaman olacak acaba bu?
Bir çift söz de mezarları rezidans ismiyle boyayıp arkadaki eksik ve kusurları kapatarak, aslında vicdanını mühürlediğinin farkında bile olmayan bedbahtlara söylemek lazım. Elbette ki olay olduktan sonra, "ye'is ve hüznümüze bir ilaç" olarak kaderimize boyun eğip kaderin bu olaydaki bilemediğimiz sırlarını anlamaya, kendimizi derleyip toparlamaya çalışacağız. Kırılmış el ile birini dövmeye çalışarak, kendimize yazık etmeyeceğiz. Kader, geleceğe bakmaz, "geçmişe ve musibete" bakar, bizi teselli eder. Yani, eksik ve ihmallerimizi, tembellik ve iş bilmezliğimizi, inat ve lâkaytlıklarımızı "Kaderimiz böyleymiş" diyerek örtemeyiz. Biz, kaderin hükmünü okuyup da ona göre hareketle değil; bir kul hassasiyeti ile hareketle, yani işimizi düzgün ve sebepler dairesinde yapmakla mükellefiz; kader sayfalarını okumakla değil. İşimizi düzgün yapmazsak da neticede olan, elbette kaderin hükmüdür. Ama kaderin hükmünün böyle olması, her kademede işini eksik ve yanlış yapanları affettirmeye yetmez. Kadere bu fetvayı verdiren ihmal ve yanlışlarımızı, Cenab-ı Hakk'ın şu dünyada koyduğu ve ihmalinde cezasını hemen verdiği tekvinî kanunlarına karşı da inadımızı sürdürmekte ısrar etmeyeceğiz. Bu güzel ülkenin maddî kaynaklarının moloza dönmesine sebep olanların ahiretteki asıl ve çetin hesaplarından önce, bu ihmallerin bir daha tekrarlanmaması için, bunların acilen adalet önüne çıkarılmaları gerekir.
Evet dostlar, yazıyı bitirdik ama başlığımızı koymaya cesaret edemiyorum. Ne diyelim başlığa acaba? "Maraş Maraş, Bu Nasıl Maraş mı?" desek yoksa "Sen Anlat Antep" mi olsa? "Ah Adıyaman" mı koysak Musa Aleyhisselam'ın "Ey Rabb'im! Bana lütfedeceğin her türlü hayra muhtacım." duasından ilhamen "Her Hayra Muhtacız" mı desem acaba? Ya da Ashab-ı Kehf gençlerinin "Rabbimiz, bize katından rahmet gönder ve bize bu durumumuzdan bir çıkış yolu göster!" duasını yazsam, uzun mu olur acaba? Ben, "Celâl Yağmurundan,Cemal Çiçekleri Bekliyoruz" ismini koydum ama sen okuyucu, hissettiğin başlığı koyabilirsin.
Selam ve dua ile.