Seyrek de olsa görüştüğümüz, çok değerli matematik öğretmeni, Birey Yayınları naşirlerinden Alaaddin Altuntaş hocam var. Geçenlerde mağazaya uğramıştı. Bu fakir de agnos (Allah varsa da bilinemez diyen anlayış) olduğunu ve dinden de uzaklaştığını bize ileten bir arkadaşla, bir faydamız olur mu düşüncesiyle yazışıyorduk. Değerli hocama bunu anlatınca, o da tanıdıklarından da böyle genç birinin olduğundan bahisle, bu tip fikirlerin dile getirildiği daha önce de kısmen dinlediğim bir video gönderdi bana. Genç arkadaş, bu tip videoları dinleyerek güya dine karşı mesafeli olmaya başlamış.
Bu dehşetli hâli, geçenki yazımızda bazı suallerinden bahsettiğimiz ve bu yazıda da yine bazı suallerine yer vereceğimiz arkadaşın beyanlarında da görmüştük. O da güya ehl-i iman iken, bu tip konuşmaları dinlemiş; cevap veremediği veya cevabını bulamadığı bir kısım suallerin altında kalarak, kendi tabiriyle güya dinden çıkmışmış. Güya diyorum, çünkü suallerinden sonra, ikna edici cevapları da almasına rağmen, inadı gösterdi ki bu tip arkadaşlar dinden değil, kendi kurguladıkları ve yanlış ve eksik bildikleri bir inançtan çıkmışlar ve uzaklaşmışlar. Kendilerini, yine bir cehalet ve biraz da görünmek, kötü de olsa bilinmek, bahse konu olmak adına "dinden çıktık" gibi dehşetli bir sıfatla anıyorlar.
Mezkûr videonun içine yerleştirilmiş siyasi kafa figürü, zaten konuşmanın çıkış noktasını ve hedefini ele veriyor. Bu ülkede din ve dindardan rahatsız bir sefil ve sefih zihniyetin bir zamanlar fiziki şartları zorlayarak yaptığı tahribatı, bu sefer değişik cephelere yaydığını ve daha profesyonel ve sinsice çalıştığını hemen anlıyorsunuz.
Konuşmanın tamamına yakınında, geçen asırda yaşamış, din olarak sadece bir nevi putperestliğe dönmüş Hristiyanlıktan haberdar olmuş ve bu dünyayı da bazen rezil bazen de hazin şekilde terk etmiş; fikirleriyle kendilerine bile bir umut ışığı olamamış bazı düşünce figürlerinden alınan, İslâm'dan ve maneviyattan uzak ve bu konuda sözlerinin beş para kıymeti olmayan çoğu hezeyan niteliğinde bolca cümleler kullanılıyor.
Bu da felaketin başlangıcı oluyor işte. Sözlerinin hüccet kabul edildiği insanlar, Kur'an'dan ve Cenab-ı Allah'ın kendisini tanıttığı âyetlerden ve bu konuları anlatan hadîs beyanlardan habersiz, din olarak bilime ve akla mesafeli muharref Hristiyanlığı bilen ve gören insanlar. Bu tip, alanında hiç alakasız insanların sözü, maneviyatta geçerli olur mu? Ya da kaç para eder? Hüccet olmaması lazım.
Bu husus, dinî konularda galiba pek nazara alınmıyor. Yine, hem de ehl-i iman bir arkadaş, âyetle sabit ve bütün müfessirlerin de ittifak ettiği Hazret-i Peygamberin ümmiliğine itiraz etmişti. Yani ümmi değil, diyor. Biz de "Kardeşim kafana göre değil, ihtisas ehli insanlara bakınca doğrunun ne olduğunu anlarsın." diye ikaz etmiş; küçük bir hastalıkta bile hekim ararken, bu konuda da ihtisas ehlini aramak, tefsirlere bakmak lazım, demiştik. Cevabı aynen şöyle: "İhtisas ehli aramakta dediğin doğru. Ama bu, dinî konularda olmaz." Yani her konuda bir bilene sorarız ama dinî konulara gelince, kafamıza göre takılırız. Bu da işte, kendi kuruntularını, yarım yamalak bilgilerini veya birtakım hurafeleri din zannetmeyi netice veriyor. Adamın dinden uzaklaştım, dediği de işte kendi kafasında kurguladığı birtakım çıkmazlardan uzaklaşması oluyor.
Söz konusu, dinden çıktım anlayışındaki arkadaşa: "Kardeşim, sen dine girmemişsin ki bir de çıkasın. Sen belki dini arayan bir sail durumundasın. Yani daha elifba okuyan bir çocuk seviyesindesin. Kur'an'a yanaş, elini uzat, kalbini aç, kafanı çalıştır. Belki hidayeti bulursun." dedik. Ve devam ettik. "Bak özrün de kalmadı. Verdiğimiz cevaplar seni susturdu. İkna olmanız lazım değil mi?" diye tavsiyede bulunduk. Cevap ibretlik. "Bir ateist olsaydım, belki dine girerdim. Fakat dinden çıktığım için, tekrar dine girmem zor. Boşuna uğraşmayın." Cehalet ve felaketin encamına bakar mısınız? Bizim ne onu dine döndürmek gibi bir vazifemiz vardı ne de hidayet bizim elimizdeydi. Sadece akıl ve kalbindeki tahripkâr yangını söndürmek ve yanlış ve eksik bilgilerin onda açtığı yaraları sarmaktı niyetimiz. Bu da istifade ettiğimiz sahih ve ikna edici kaynakların bize kazandırdığı bir meziyetti
Kasten çarpıtılarak nakledilen birkaç âyet ve hadîs meali ile iğdiş edilen zihin, din-i İslam'ı bunlardan ibaret zannediyor. İçine girdiği küfrî vaziyet bununla da kalmıyor. Gittikçe kabuk bağlıyor. Cehaletin ve peşin hükmün etrafını sardığı bu kabuğu kırmak da zor oluyor hâliyle.
En büyük yanılgının diğerlerinde olduğu gibi, kader konusunda yaşandığını gördük. Sana bomba sorum var, dedi muhatabımız. Ve devam etti. "Hocam, kader konusunu bana doğru bir şekilde anlatın, çelişki olmasın, ne istersem veririm." Şimdi bu suali okudunuz. Ben de bu yazıyı okuyan olarak, size bir şey sorayım. "Bu sualin sahibi hakkında ne düşünürsünüz?" "Hakikate susamış, öğrenmek istiyor; öğrenince de havalara uçacak." dersiniz değil mi? Maalesef cevapları alınca öyle olmadı. Hidayet ne büyük bir nimet ve zor elde edilirmiş, Yarabbi! Elbette, ebedî hayatın bedeli, büyük bir gayret istiyor.
Arkadaşımız sorusuna devam etti. "Ben diyorum ki kader varsa, irade yoktur. Hadi bu çelişkiyi yok et hocam." Bu zavallı kardeşim, aynı minvalde, cevabı içinde suallerine devam etti. "Hocam, Allah önceden biliyor. Peki, ben O'nun bildiği bir konudan farklı hareket edebilir miyim?" Kendi kafasında yanlış bildiği cevabı da hemen veriyor. Hayır. Cehaletinin kurbanı bu kardeşim, cevabı içinde suallerini bir de hadîs ile süsledi. "Bir hadîste şöyle der: Bir çocuk doğduğunda, şaki mi said mi olacağı alnında yazılıdır. Onun için, buna alın yazısı diyoruz."
Demek istiyor ki onun alnına bu yazılmış, kaderi böyle tayin edilmişse, çocuk ne yapsın? Zımnen de "Ben ne yapayım, anlımda böyle yazıldığı için, küfre düştüm. Benim de bu zavallı hâlimin me'sulü ben değil kaderimdir. Beni kâfir olarak yazan da Allah'tır." (haşa)
Elbette, bu tamamı yanlış ve eksik bilgiye dayanan bu suallerin ve yanlış kanaatlerin cevaplarını, bilgimizin, basit bir telefon klavyesinin ve teknik becerimizin müsaade ettiği kadar cevap verdik. Elli yaşlarında ve sosyal seviyesi de olduğu anlaşılan muhatabımız, ilzam oldu, fakat buna karşı cevabı, yukarıda yazdığım gibi, tam bir echeliyet örneği "Hocam, ben dinden çıkmışım, bir daha girmem." şeklinde oldu. İzahları dinledikçe, ikna olan ve konuyu anlayan çok arkadaş gördük ve biliyoruz. Fakat bu ve bunun gibilere yeni denk geldik maalesef. Sarhoşluk, sadece müskirat ile olmuyor. Akıl sarhoşluğu başka bir şey demek ki.
Kader ile ilgili mezkûr suallere cevapları geçen yazımızda vermiştik. Fakat yine de bir iki başka cümle ilave edebiliriz. Cevabı içinde sual demiştik ya. Ne diyor arkadaş? "Hocam, Allah önceden biliyor, O'nun bilgisinden farklı hareket edebilir miyiz?" Arkadaş, Allah: "Ben sizin ne yapacağınızı bilirim, diyor; ne yapacağınızı belirlerim." demiyor ki. Önceden bizim ne yapacağımızı bilemezse, zaten bu, ilimde noksanlık olur ki Allah, bundan münezzehtir. Sen de onu diyorsun zaten; önceden biliyor. İşte, dediğin gibi, sadece biliyor; belirlemiyor. Sen ne karar verdiğini, verdikten sonra biliyorsun. Allah'ın bilmesinin senden farkı, önceden bilmesi ve bu bildiğini kaderimize yazması. Biz bu fiilleri, O önceden(ezelden) bilip yazdığı için, yapmıyoruz. Yapacağımızı bildiği için, kaderimize yazmış. Türkçe bilgimizle de biraz inceleyelim. Cümlenin kısası şöyle: "Allah önceden biliyor, ben yapıyorum; benim ne suçum var?" Burada iki cümle yani iki fiil (yüklem) var. Birincisinin yüklemi, bilmek( biliyor); ikincisinin yüklemi, yapmak (yapıyorum). Peki, bilenin öznesi kim? Allah. Yapanın öznesi kim? Ben. Şimdi soralım. Bilen mi mesuldür, yapan mı ?
Ben, cebimde bin lira var bilsem; bu bilgi, cebimdeki malumu yani elli lirayı bin lira yapar mı? Benim bilgim, cebimdeki olan maluma yani elli liraya tâbidir. Bir fiilin yapılması için, ilim tek başına yetmiyor, irade de kudret de gerekli. Rabbimiz sizin ne yapacağınıza ben karar verir (irade), yaparım (kudret) demiyor ki. Sizin ne yapacağınızı bilirim, diyor. Fark, Onun bu fiilleri İlâhlık gereği önceden bilmesi, bizim ise, fiil olduktan sonra bilmemiz.
Bu önemli hususu üstad, çok veciz olarak 26.Söz Kader Risalesinde, İkinci Mebhas, Üçüncü Vecih'te "Cüz'i ihtiyari (bizim kararımız) kadere münafi) ters) değil, belki kader, ihtiyarı teyit eder. (Allah'ın bizim ne yapacağımızı kaderimize yazması, bizim bir kararımızın olduğunun delilidir.) Çünkü, kader ilm-i İlâhinin bir nevidir. (Bizim kaderimiz, Allah'ın ilminin dahilindedir.) İlm-i İlâhî ihtiyarımıza taalluk etmiş. (Bizim ne karar vereceğimizi bilmiş.) Öyleyse ihtiyarı teyit ediyor. (İhtiyarın var olduğunu gösteriyor.) iptal etmiyor. (Onun bizim ne karar vereceğimizi bilmesi, kararımızı ortadan kaldırmıyor.)" cümleleri ile izah ediyor
Evet dostlar, biz bir çocuk gibi, her an Allah'ın rahmet, hikmet, kudret ve iradesinin kucağındayız. Nereye bakmak, gitmek ve ne konuşmak istiyorsak, onu yaratıyor. Bizi bir yere gitmeye, bakmaya veya konuşmaya zorlanmadığımızı zaten vicdanen biliyoruz. Yapacağımız fiilin sıfatına (nasıl ve hangi keyfiyette olacağına) biz karar veriyoruz. Rabbimiz de yaratıyor. Sadece kararımız hayır yönünde olduğu zaman, isteyerek; şer yönünde olduğu zaman da istemeyerek yaratıyor. Yani şahane hürüz. Aksi, yani az önceki şaşkının ve emsallerinin dediği gibi olsaydı; aklı vermesinin, peygamber ve kitap göndermesinin, bizi imtihana tâbi tutmasının bir anlamı olabilir miydi? Bu dünyada, bizi bize gösteren ve yaptıklarımıza şahit tutan Allah, Adil-i mutlaktır; zulümden münezzehtir. İyi ve kötüyü tefrik edecek bir irade ve hürriyeti bize vermiş ve biz de bunu vicdanen biliyoruz ve hissediyoruz zaten.
İlzam olup da inadından dönmeyen arkadaşımızın cevaplarını verdiğimiz başka sualleri de vardı. Ama dediğimiz gibi, mükellefiyetten kaçan nefis, bazen aklı da dinlemiyor. Hidayetin değerini bilelim, her an onu takviye edelim. Garantimiz yok çünkü.
Selam ve dua ile.