İnsanın duygu merkezi kalp olduğu için, biraz üzüldüğümüzde bazen "Sanki kalbimden bir parça koptu." deriz. Bunu en güzel örnek ifadesini, Zübeyir Gündüzalp Âbinin "Teessür ve ızdırap karşısında kalpten bir parça kopsaydı." ifadesinde bulurum mesela. Peki, insanı en çok üzen haber hangi haberdir sizce? Bu, herkese göre değişir deriz ama ömrünü insanların imanını kurtarmak uğrunda fedakârane geçiren, şefkat kahramanı biri için bu, bir gencin, insanın dinsiz olmuş haberi oluyor. Bu haber, o kadar üzücü ve dehşetli ki "bunun karşısında hassas bir kalbin paramparça olması gerekirdi" diyor Zübeyir Gündüzalp Âbimiz.
Peki, niçin üzücü ve dehşetlidir? Çünkü dinsizlikle kaybedilen hazineyi tekrar kazanma şansın yok. Ömür sermayesi bir defa veriliyor, imtihan sahnesinin tekrarı yok. Bir defa veriliyor ömür ama aslında saniyeler, 'an'lar adedince fırsatlarla karşı karşıyasın. Şahane bir serbestiyet içinde, her an önünde açık olan iki yol ayrımındasın. Bu iki yolun bir tarafında "ayyaş ve aldatıcı" diğer tarafında ise, "Hızır gibi bir zat-ı semâvî" hiç eksik olmuyor.
Ayyaş ve aldatıcı adamın elinde "süslü suretler, fantaziyeler, müskirler, zahiren mantıklı, fakat içi boş iddia ve vesveseler" hiç eksik olmaz. Daima seni ifsad eder. Aklın eline kuruntu kabilinden, cevabı içinde bazı sualler tutuşturur. Bunların cevabı yok, diye de inandırır seni. Sonunda, öyle bir sarhoş ve deli divane yola, hâle sokar ki senin artık salaha, hayrı kabule liyakatin de kalmaz.
İşte bu hâle gelmiş, cevabı içinde suallerle deli divane olmuş bir arkadaşımızla, çok yakın bir zamanda bir vesile ile yazıştık. Bu hâle gelenlerin birçoğunda olduğu gibi, elli yaşına kadar, güya ateşli Müslüman olan bu arkadaşımız da sadece meal okuyarak, Kur'an'ı mealden ibaret görerek, belasını bulmuş.
Arkadaşa, "İtiraz ettiğiniz âyetlerin tefsirlerini, izahlarını okuduğumuzda bu suallerin cevaplarını da görürsünüz" diyoruz. "Allah, Kur'an'ı tefsir sahiplerine mi gönderdi ki tefsiri okuyayım?" diye mukabele ediyor. Arkadaş, "O zaman Allah, Kur'an'ı sadece meal yazanlara mı gönderdi ki sadece mealle yetiniyorsun?" deyince, de bu sefer güya "âyetlerdeki çelişkiler" diye kendisinin büyük emek vererek hazırladığı yedi yüz sayfalık bir dokümanı ile kendince güya cevapsız bazı suallerini gönderiyor.
Üşenmedim, kitabı yarısına kadar, suallerin de hepsini okudum. Gerçekten hayretler içinde kaldım. Hayatı dünyadan ibaret sanan, sadece "yaşayıp yok olacağız" diyen bu arkadaşı tarif için "Küfür insanı âciz bir canavar camid hayvan eder" cümlesi aklıma geldi. Bu cümleyi tam anlamıyordum. Bu arkadaş, en azından bizim bu cümleyi anlamamıza yardımcı oldu.
"Kur'an'daki çelişkiler" diye bulup yeri göğü inlettiği şeyleri okuduğunda gördüm ki çelişki dediği şeyler "meallerdeki farklılık"mış. Yani aşağı yukarı aynı kapıya çıkan aşağıda bir iki örneğini vereceğim farklı anlamlandırmaları, çelişki diye yutturmaya çalışıyor. Âyetlerin çeşitli meallerdeki karşılıklarını alt alta yazmış, "hangisi doğru" diye soruyor. Yani damla sandığı okyanusu, bir testiye sığdırmaya çalışıyor. Almayınca da damla sandığı okyanusu suçluyor.
Ya arkadaş, herkesin bir dile vukûfiyeti veya bir kelâmdan anladığı farklı olabilir. Bu her dilden tercümede vardır. Birinin basit bir çeviri romanını okuyamazsınız, aynı romanı başkasının çevresinden tadına doyamazsınız. Kur'an'ın kısa tercümeleri, mealleri insana belki bir fikir verebilir. Ana mesajı anlamanıza yardımcı olabilir. Fakat bazı âyetlerin ve kavramların izahına, onların geniş tefsirine bakmadan onları anlayamazsınız. "Kur'an açık değil mi niye tefsirine bakayım?" diye kendince bahaneler de üretiyor. O zaman, Kur'an açıksa, meale niye bakıyorsun ki arkadaş. Demek ki bu açıklık, kısa meallere sığmıyor. Her şeye kıymeti nispetinde bir makam veren Kur'an-ı Hakîmi anlamaya çalışalım, Ondan dersimizi alalım noktasına işaret ediyor.
Sen bir tıp kitabını okuyunca, belki bir şeyler öğrenirsin. Ama bir otorite gibi senelerini ona verip uygulamaları da yapan biri gibi konuşamazsın. Küçük ve kısa bir meal okumakla, "Kur'an'ı anladım, Kur'an işte budur" deme hamakatini gösteremezsin. Bir suya sen bakıp basit bir içecek zannedersin. Ama bir mühendis, onun arkasında elektrik santralleri, bir başkası vücuda girdikten sonraki seyrini görür. Her eşya, ona bakana göre anlam kazanır da Kur'an-ı Kerime yıllarını vermiş, müfessir seviyesine gelmiş biri ile kendini aynı anlayışta görebilir misin? Zaten sualler de bunun böyle olmadığını gösteriyor.
Kur'an'ın müşriklere meydan okumasına kafayı takmış arkadaş. "Bir misline mi, yarısına mı, on sureye mi, yoksa kısa bir sureye misil getirilecekmiş?" diye soruyor. Hangisi mümkünse, getirin, diye Kur'an sadece indiği asra değil, bütün zamanlara hitap ediyor. Anlamına da da değil, sadece üslubuna yakın olsun, hikaye de olsa yeter, diyor. Buyurun getirin, getirebiliyor musunuz?
Tefsirlerde geniş izah edilen, Allah ve Resulü arasındaki ilahî bir şifre olan ve huruf-u mukattaa da denilen "elif lâm"lara da ilişiyor arkadaş. "Kur'an açıksa, bunlar nedir?" diye soruyor. Kur'an'ın en mucizevî yönünde boğulmak da böyle oluyor işte.
Aslında her ayetin başında mukadder sayılan "De ki" emri, niçin hepsinde geçmiyormuş, diye de yanlışlık bulmuş kendince. Her âyette olsa, bu sefer de "Niçin hepsinin başında var, zaten her âyet, Peygambere 'De ki' emrine veriyor?" diyecek anlaşılan. Demek ki Kur'an, böylece her iki suale de cevap vermiş oluyor. "De ki" emrinin nerede sarih, nerede gizli olması gerektiğini, bir belağat ve hitap sanatı olarak, bunu ilahi hitabında Allah, bize gösteriyor ki bazen açıkça bazen de mukadder olarak kabul ediliyor.
İtirazlarının en acibi ise, Ankebut Suresi'nin "Dünya hayatı, bir oyun ve eğlenceden ibarettir" mealindeki 64. Âyetine olan itiraz. "Hani dünya bir imtihan yeriydi. Burada ise, oyun ve eğlence yeri deniliyor" diye soruyor şaşkınca Evet, dünyanın üç yüzü var. Dünya, dünyaya sadece eğlence ve keyif, yemek-içmek ve yatmak yeri olarak görenler için, oyun ve eğlence mekânıdır elbette. Ama aynı dünya, Zât-ı semâvîyi yani Kur'an'ı dinleyenler için, "Bir kitab-ı Semadani, bir mezra, bir âyineler mecmuası, bir ahiret ticaretgâhı, manzaraları daima değişen bir seyrângâh ve gelip geçici bir misafirhânedir." Demek, aynı suyu içen arı bal, yılan ise, zehir akıtıyor.
"Kur'an, niçin diğer bazı kavimler için, geniş bir izah vermemiş de bazılarının sadece adını vermiş?" diye de soruyor. Kur'an, hepsini teferruatlı anlatsaydı, bu sefer de "Kur'an tarih kitabı mı?" diye soracaktı anlaşılan. Ki sadece adı geçen kavimler hakkında da Peygamberimiz Aleyhisselam geniş tafsilât veriyor zaten.
Kur'an'ın cehennem ehli için kullandığı ve hepsinin makamında farklı anlamları olan "azgın, sapık, cahil" tabirlerine takılmış. "Aynı yerde toplananlar için kullanılan kelimelerin hangisi doğru?" diye soruyor. Halbuki bu üç kelime de birbirinden çok farklı ve geniş anlamda kelimelerdir. Makam ve belağat hangisine uygunsa, Rabbimiz ehl-i cehennemi onunla tavsif ve tarif ediyor.
Cehle dayanan, onun için işin içinden çıkamadığı, belki de çıkmak istemediği bazı çıkarımları da var ki evlere şenlik. "Bir din bir dini yalanlıyorsa, inananlar, inandıkları yaratıcıyı anlamamış demektir." diyerek, İslam'ın diğer dinleri yalanladığını zannettiğini göstermiş oluyor. Halbuki Cenab-ı Allah'ın zaman ve zemine ve beşerin seviyesine göre gönderdiği tüm İlâhî dinler, iman esaslarında aynıdır. Birbirini yalanlamazlar, yalanlamaları söz konusu değildir. İlk peygamberden başlanarak, son peygambere kadar hepsi aynı Allah'ı ve aynı iman esaslarını milim değiştirmeden anlatırlar. Sadece mevsimlere göre giyecekler değiştiği gibi, muamelata bakan ahkâmlar değişebilir. Arkadaş, zamanla tahrif edilmiş, eski dinlerden âyetlerle, değişen bazı telakkileri Kur'an'la karşılaştırma cehaletini gösterince, böyle çıkmaza girmiş.
Birtakım zan ve kuruntularını din zanneden bu arkadaşımız, Kur'an'ın kâinatı ve insanı anlatan, sonunda da bu anlatılanları akla havale eden iki binden fazla âyetinden de habersiz ki İslamı, aklı yok sayan, bilimi reddeden, vicdana, adalete, sevgiye dayanmayan olarak görüyor. Bir adı da "Adl" olan Rabbimiz, insan bedeninden tut güneşe, ağacın dallarından tut karıncanın vücuduna kadar her mevcuda, taşıyabileceği yükü yükleyerek, "Adl" isminin tecellilerini gösterdiği gibi, her cuma okunan Nahl Suresinin 90. Âyetinde de "Muhakkak Allah, adaleti emreder" hitabında bulunuyor. İslam halifelerinin, bir gayrimüslimle muhakemeleri de "İslam eşittir adalettir" diyebileceğimiz kadar da bu konuda hassas davranılmıştır.
Suçun şahsiliğini emreden Zümer Suresinin "Kimse, kimsenin günahını yüklenemez" mealindeki âyet ve kul hakkının affını helalleşmeye bağlayan, yoksulu, miskini korumayı; zekatı ve servetin bir elde toplanmamasını emreden âyet ve hadisler de gösteriyor ki İslam adaleti, dengeyi ve yardımlaşmayı hem temin eden hem de tarihin şehadetiyle onun en güzel örneklerini yaşatan bir sistemdir.
"Hayatın anlamı, onun kullanışında yatar. İyi kullanan, cenneti; kötü kullanan cehennemi yaşar. Yani ikisi de dünyadadır" diyor arkadaşımız. Hayat dünyada bitecek, her şey burada yaşanacaksa, hayatın bir ulvi, ondan üstün bir gayesi yoksa, herkes toprakta eşit olacaksa, o zaman hiçbir şeyin anlamı olmaz ki. Bunca zulüm ve adaletsizliğin toprakta biteceğini ve bir adaletin süzgecinden geçmeyeceğini aklına; mazlum ve zalimin toprakta eşit olacağını vicdanına sığdıran bu arkadaş, ahiretin gelmesini orada zalimin ve mazlumun ayrılıp zalimin cezalandırılmasını da vicdanî bulmuyormuş. Niye bulmuyormuş? İnanmadığı cehennemde "ebedî azab" vicdanî değilmiş. Bunca adaletsizlikler, toprakta zulümle eşit hale gelince daha vicdaniymiş, nasıl vicdansa?
Zerreden kürelere kadar her şeyin gösterdiği Allah'ın sonsuz kudretini ömrünce her an ve saniyede inkâr ederek, tüm zamanların tüm şehadetlerine şirki bulaştırıp nihayetsiz hukukları çiğneyen ve bir su parçasından insan haline gelişine bakmayarak, her nefeste iki defa hayatını bağışlayan Allah'a ve binbir ismine en büyük günahla karşılık veren insan, neyi hak eder? Bunu vicdanî bulmayan akıl, nihayetsiz mevcudatın hukukunun zayi edilmesini nasıl vicdanî buluyormuş?
Ayrıca daha önemlisi, "Şu perişan dünyada, âvâre beşer içinde, semeresiz (toprakla son bulacak) bir hayatta, sahipsiz, hamisiz, miskin bir insan, dünyanın sultanı da olsa" bu dünyada cenneti nasıl yaşayacaktır ki hakiki saadeti ve cenneti bu dünyada elde etsin? Sahibini bulmadan, O'nun marifet ve muhabbeti olmadan mümkün mü bu?
Evet dostlar, bir sonraki yazımızda da bu arkadaşımızın suallerine devam edeceğiz. "Hidayet Cenab-ı Allah'ın elindedir, benim bir suçum yok" da diyen bu arkadaşımız, hidayeti sadece Allah'ın yarattığını, isteyenin biz olduğumuzu da bilmiyor, maalesef. Elbette sen gayret göstereceksin ama hidayeti yaratan Allah olacak. Dünyevî küçük bir şeyi Allah yaratıyor da neticesi ebedi saadet olan hidayeti Allah yaratmaz mı? Sen hidayeti istersen Allah senin için hidayet, dalaleti istersen de dalâleti yaratıyor. Bir sonraki yazımızda buluşmak üzere...
Selam ve dua ile.