Geçen yazımızda, bir dinsizle olan yazışmalarımız ve bazı suallerinin cevapları üzerinde durmuştuk. Bu yazımızda da buna devam ediyoruz. "Allah beni yaratırken, bana mı sordu?" diyor arkadaşımız. Arkadaş, "Sen var mıydın ki sana sorsun?" Zaten "Beni yaratmadan, bana sormalıydı." deyişini de sana verdiği 'beni'ne borçlusun. Aksini düşünelim. "Bana sordun mu beni yokta bırakırken?" sorusunu soramayacağına göre, diğer soruyu da soramazsın zaten.
İhtiyaç meselesini de bu zihniyetteki arkadaşlar, bozuk plak gibi takmış kafaya. Arkadaş, sonsuz ilim ve kudretin yaratması ihtiyaçtan olur mu? Yaratsa da yaratmasa da zaten kudreti sonsuz. Sonsuzdan hiçbir şekilde bir şey eksilmez ve sonsuz artmaz. Diyelim ihtiyaçtan, biz ya da diğer varlıklar Allah'ın hangi ihtiyacını karşılıyoruz? Bir vergi mi veriyoruz ki ihtiyacı soralım. Yaratması, yani mevcudatın varlıkta olması, yoklukta kalmasından daha hayırlı olduğu için yaratmıştır. Hayr-ı mutlaktan elbette hayır gelir. Her güzel ve merhamet sahibi, bunu göstermek ister. Ve bu, umumî bir kanundur. Cenab-ı Allah herhangi bir kanuna tâbi değil. Ama işlerini kanunla yapar. Yolda yürürken, bir muhtaca merhametimiz gereği yardım yaparız. Bu yardımımıza, bizim bir ihtiyacımız da yoktur. Bu, merhametimiz gereğidir. Her şeyin bir ihtiyaca bakmadığını buradan biraz anlayabiliriz.
İbadete olan ihtiyaca da böyle bakabiliriz. Bir ihtiyaç var ama bu ihtiyaç bize bakıyor. Yoksa Allah'a değil. Bütün insanlar isyanda veya secdede olsalar, O'nun ilim ve kudreti, ne artar ne azalır. Demek bir ihtiyaç var ama bu ihtiyaç Allah'a değil bize bakıyor.
Ebedî cennette monotonluk olurmuş da bu da cenneti cennet olmaktan çıkarırmış. Yahu "ne gözün gördüğü ne aklın ne de kalbin alabildiği ve dünyanın mesut bin senesinin bir saniyesine denk gelmediği cennet" için, böyle pest cümleler kullanılır mı? Her bakışın, her duyuşun ve her tadışın farklı olacağı cennette monotonluk kalır mı? Dünyada monotonluğu getiren hiçbir sebep, cennette yok ki böyle bir sual sorulabilsin.
Arkadaşın bir kehaneti de var ki evlere şenlik. Bir tarafta insanları öldüren zalim, tecavüzcü, tefeci, sadece Allah'a iman ettiği için cennete girecek; bir tarafta da bir kötülüğü olmayan, iman etmediği için sonsuz cehenneme girecek. "Bu adalet mi?" diye soruyor. "Bir insanı öldüren bütün insanları öldürmüş gibidir." buyuran mutlak âdil Cenab-ı Allah'a imanla, bu kadar kötülük bir arada olur mu arkadaş? Kimin nasıl bir muamele ile karşılaşacağını elbette biz bilemeyiz. Bunu sadece mutlak âdil olan Cenab-ı Allah bilir ve layıkıyla muamele eder. Cennet için, elbette iman şarttır. Ama elde ettiğin imanı, yukarıda sayılan kötülüklerle birlikte muhafaza edebilir misin? Demek iman, salih ameli de istiyor ki kemale ersin ve sahibini cennete götürebilsin. Ayrıca dünyada iyilik sahilinin iyiliği iman etsin etmesin ya dünyada rahatlık, şan şöhret şeklinde ya da ahirette en güzeliyle karşılığını bulacaktır.
Daha da önemlisi en büyük iyilik, önce sahibini, mâlikini, bütün iyiliklerin kaynağı ve ihsan edeni bulmak, tanımak ve O'na iman ve itaat etmek değil midir? Kimin verdiği göz, akıl, el, ayakla iyilik ediyorsun? İyiliğin kaynağı nedir? Bundan habersiz birinin "Ben iyilik ediyorum." demesini, şairin:
"Tam otuz yıl, saatim işlemiş, ben durmuşum, Gökyüzünden habersiz, uçurtma uçurmuşum" demesine benzetiyorum.
İyilik yapıyorsun ama kimin verdiği akılla, kimin verdiği gözü, kimin verdiği nefesi kullandığının farkında değilsin. Uçurtma uçurtmuşsun ama uçurtmanın semasının farkında değilsin. Cennetin pasaportu olan imanı elde edememişsen, hak ettiğin muameleyi görmen de ayrı bir adalettir.
Herkes mükâfatını aldı, cezasını çekti; sonra ne olacakmış? Yeniden imtihan mı olacağız? Bu, çıkmaz bir iştir, diye soruyor. İşte inkârcıların anlayamadığı önemli noktalardan biri de bu husus. Saate ve zamana ayarlı aklıyla, sonsuzluk ülkesini ölçmeye, orası hakkında karar vermeye; Cenab-ı Allah'ın iman ve salih amel gibi paha biçilmez nimete karşılık, hem kısa dünyada hem de ukbada vaat ettiği sürur ve cennet nimetini ölçmeye kalkıyor. Usanmak ve monotonluğun olmadığı, her an yenilenmenin olması dolayısıyla bunun mümkün de olamadığı o cennet ülkesinin ve zamansızlığın ne demek olduğu fâniliğin ve zamanın hüküm sürdüğü bu dünyanın kuşattığı akılla anlamak mümkün mü? Elbette bâki olan Allah, kendi yolunda sarf edilen bir ömrü, ebedî bir ömürle taltif edecektir. Bu dünyada O'nun yolunda harcadığınız her saniye bâkileşecek, karşılığını da ebedî olarak alacaktır.
Allah'ın sonsuz ilminin bir unvanı olan kaderi de evlere şenlik bir misalle anlamadığını ve eksik bilgisi ile ona da itiraz ettiğini görüyoruz. "Allah, bildiği bir şey dışında bir şey yaratmaz. Beni ateist olarak öleceğimi biliyorsa ve kaderime de yazmışsa, öyleyse ben öyle ölmek zorundayım, suçum ne?" diye soruyor. Böylece ateist olma suçunu da Allah'a yüklüyor. İşte cehaletin zirvesi ve aklın iflas noktası da burası zaten. Cenab-ı Allah seni ateist bildiği için sen ateist olmadın ki arkadaş. Sen kendi kararınla ateist olacağın için, Allah seni ezelî ilmiyle ateist olarak bildi. Yani O, seni ateist bildiği için, sen ateist olmadın. Ateist olacağın için, seni öyle bildi. O zaman senin Aziz Nesin'in ateistliğinden dönseydi, onu bu sefer dönmüş olarak bilecekti. "Allah, ben yanlış bilmişim mi diyecekti?" sorun da havada kalıyor böylece. Çünkü gene Cenab-ı Allah, Aziz Nesin veya bir başkasını ve bütün eşyayı yaratmadan önce nasıl bir keyfiyette olacağını biliyordu. Hâliyle Aziz Nesin dönseydi onu dönmüş olarak bilecekti ve Allah onu ve öyle takdir edecekti. Şeytan için de bu geçerli. Allah onu şeytan bildiği için şeytan olmadı. Şeytanın şeytan olacağını ezelî ilmiyle bildiği için onu şeytan olarak takdir etti. Demek mesele cehaletten kaynaklanıyormuş.
Mülk Suresinin "Hanginizin davranışça daha iyi olacağını deneyerek göstermek için, ölümü ve hayatı yarattı." âyetini konu ederek, "Allah, insanın ne yapacağını bilmek istediyse, Alim-i Mutlak nasıl olur?" diye soruyor bu arkadaş. Halbuki az dikkat ettiğinizde, burada göstermek fiilinin Allah'a yönelik olmadığını, bu imtihanın kulların ahiretteki itirazlarını kesmek ve bizzat amel işledikleri uzuvlarını şahit tutmak; ayrıca adaleti tam temin etmek için kayda alınmış amelleri kayıtlarıyla gösterip insanlara hatırlatmak için, açıldığını görüyoruz, göreceğiz. Demek, dünya imtihan meydanı olmadan, Allah'ın isim ve sıfatlarına ayna olan eser ve tesirlerini görmeden, Allah'ın âlim-i mutlak olduğunu, bu amelleri bizzat işlemeden ceza veya mükâfatı hak ettiğimizi de anlamayacak ve her türlü itirazda bulunabileceğiz. Bu da mutlak âdil olan Cenab-ı Allah'ın adalet tecellisini lekedâr edecekti.
Bu arkadaşımızın alay-ı vala ile dem vurarak güya kendi nefsine yapışan küfür tohumuna medar yaptığı bir başka husus ise, iki önceki yazımızda işlediğimiz "Allah'ı neden görmüyoruz; varsa, neden karşımıza çıkıp bizimle konuşmuyor?" gibi vacibi mümkine kıyas etmekten kaynaklanan pek garip ve gülünç duruma düştüğü husus. "Bir iğne ustasız, bir harf kâtipsiz olmaz. Bir sanat, sanatkârı icab eder. Basit bir taştan yapılan heykelin heykeltıraşı olur da bir damla sudan başlayarak, trilyonlarca hücre ile örülen, bir sanat harikası olarak ortaya çıkan insanın sanatkârı olmaz mı?" sorumuza "Var ise, neden görmüyoruz?" gibi aklın vazifesini gözden isteyen, akıl göze inince, garip durumların ortaya çıktığını gösteren bir cevap alıyoruz. Allah sanatıyla, kelâmıyla ve peygamberleriyle bizimle konuşuyor. Biz yaratılan, yapılan. O ise, yaratan. O Halık, biz mahluk. Aynı cins değilsin ki karşına çıkıp seninle konuşsun. Varlığı hiçbir şeye muhtaç olmayan bir Zât-ı Kadir, yaratılanlar ile aynı cins olur mu? O'nun tüm yarattıklarını bir pencere yapıp bu pencereden Allah'ı ancak sıfatları ile isimleriyle anlayabiliriz. Görmeyen, göz; işitmeyen ise kulak veremez." deriz mesela. Ama O'nu mahiyeti ve zâtı ile anlamak, bir mahluk için mümkün müdür? Ayrıca, bu gözle gördüğün bir zâta "Ben seni görüyorum, onun için sana iman ediyorum." demek, iman olur mu? İmanı değerli ve pahalı yapan, zaten gayba olduğu içindir. Kendisi şiddet-i zuhurundan görünmeyen Yaratıcıyı, Kur'an ve Peygamberleri ve sanatıyla görüp bilmek ve iman etmektir. Aksi, zaten iman olmaz.
Bir heykel galerisinde gezerken, bir insan heykelinin parmağını oynattığını düşünelim. Bunu gazeteler manşetlere verir ve hayretlerle gözler, o heykele çevrilir. Halbuki gören göz, işiten kulak ve çalışan parmağı ile binlerce insan ve canlı gözümüzün önünde. Demek, görmek göze mahsus değil. Maddede boğulan akıl, sanatın arkasındaki sanatkârı da göremiyor.
Bütün bu hakikatlerin izahının ve ispatının Risale-i Nur'da var olduğunu hatırlatıp okuyun, dediğimizde de "Said Nursi'den önce bunları okumayanlar ne olacak?" gibi itiraf mahiyetinde acizlik ifadesini yazıyor. Yani okusa, anlayacak ve belki iman edecek. Ama bu sefer de bu asırdan önceki insanlar da bu soruları sorup öğrenmeden gittilerse ne olacak?" gibi geçen asırlar üzerinden bahaneler üretiyor. Nursi bunları izah etmiş, o ise bahane bulmak ve küfründe devam etmek için, nefsini kandırmaya devam ediyor.
"Allah insana emanet yüklemiş, bu emanetin ne olduğunu beyan etmemiş." itirazı da var. Halbuki müfessirler emaneti "insanlığımız, mükellefiyetimiz, İslam, enaniyetimizin varlığı" gibi çok cihetle izah ediyorlar. Yani sorunun cevabı açık ve net.
İslamın taze ve şirin davetini, bazı şarlatan ve vesayet odaklarının laubalilikleriyle de karıştırıyor arkadaş. "Biz davet edildiğimiz hangi İslam'a uyacağız o zaman?" diye soruyor. "Doğru İslamiyeti ve İslamiyete layık doğruluğu" anlatan, yaşayan hep topluluğu dinleyebilir ve onlar gibi yaşayabilirsin arkadaş. Bu çerçevede olan her davet, Hakk'a hizmetin bir şubesidir ve makbuldür. Yeter ki sen gönlünü ve aklını aç. Silik sözlere değil, altınlara dikkat et. Sahih beyanlara yönel. Kendi kafa fenerine itimad edip dünya ve ahiretini yakma. "Hangi tefsiri okuyacağım?" diye de soruyor. Her tefsirin başka özelliği ve güzelliği var. Her âyetin geniş izahından tut, Risale-i Nur'da olduğu gibi daha çok senin şüpheler içinde yüzdüğün hususları izah ve ispat edenlerle, ortaya koyan tefsirlere kadar hepsinden istifade edebilirsin. Ama bu asırda bulunman ve bu soruların mahiyeti itibariyle Nurlara ağırlık vermen gerektiğini de rahatlıkla ifade edebiliriz.
Bu mezkûr arkadaş bir de bizi "Bilim ve Din Çatışması" diye bir grup odasına davet etti. "Gir oraya, konuşabilir ya da yazabilir misin bakalım?" diye de meydan okudu. Teknik becerdim biraz zayıf ama bu gruba girmeyi başarabildik. Bir gün kadar vaktimin bir kısmını hali pür melal insanların bir araya geldiği bu gruba ayırdım. Dinsizliğin bu kadar aciz, kör, mesnetsiz, akıl dışı, sefil, fikir fukarası olduğu o kadar bariz ki bunu, buradaki arkadaşların her paylaşımından veya bana verdikleri cevaplardan rahatlıkla anlayabilirsiniz. Bir iki küçük paylaşımımdan sonra "Senin burada ne işin var?" cevabını aldık hemen. Olsun arkadaş, ben sizden, Allah'ın olmadığına dair, bir bilimsel delil istiyorum, dedim. Cevap yok. Israrla üç dört defa bunu paylaşınca, bir aklı evvel "Arapların dinine mi itibar edeceğiz?" gibi ırkçılık kokan iptidai bir cevap verdi. Beni ve dini bırak, dedim. "Allah'ın olmadığına dair, bir bilimsel delil istiyorum." diye de tekrarladım. Bu seferki cevap beni güldürdüğü kadar üzdü de. Hani Bakara Suresinin 187. ramazanda oruca başlama saati, zamanı olarak beyaz ve siyah iplerin fark edilmesini anlatan ayeti var ya. O ayet, bilimsel değilmiş. Gece ve gündüzün uzun olduğu bölgelerde nasıl oruç tutulacakmış? Arkadaş dedim, bu soru tâ zamanında Peygamberimize sorulmuş ve "En yakın yerin saati ile âmel edilsin." diye cevap verilmiş, deyince, bu sefer "Sen 1400 sene önce gelen birine mi itibar ediyorsun?" mukabelesini alıyorum.
Peki, diyorum. İsminize bakarak sorayım o zaman. "Bu dinin, bilime aykırılığını veya bilimle nerde çatıştığını ortaya koyun? diyoruz. Ses yok. Bir müddet ısrar ettim. "Allah'ın olmadığına ve İslam'ın biliminle çatışma halinde olduğuna bir delil istiyorum." diye yazdım, durdum. Yine cevap yok. Son olarak, "Arkadaşlar, bilim Allah'ın yarattığı kâinatı izah eder; kanunları keşfeder. Bu bilim, sanatkârı inkar edebilir mi? Sanat var fakat bunun sanatkârı yok, diyebilir mi? Ya da kör, sağır, sebepleri ve kanunları Allah yerine koyabilir mi? Bilim insanı, yalan söyleyebilir ama bilim, asla yalan söylemez. Onun için siz bana bilimsel bir delil değil, bazılarının indi görüşlerini iletebilirsiniz ancak." diye yazdım ve ayrıldım.
Neticede şunu bir daha anladım ve gördüm ki "Hayatın gayesini rahatça yaşamak ve gafletle lezzetlenmek, heveskârâne nimetlendirmek" olarak görenler, rahatça ve zevkle yaşamanın aslında meşru ve gafletsiz hayatta da olduğunu bilmiyor, görmüyor ve anlamıyorlar. Bunu akıllarına anlatmak için de çocuk bahanesi nevinden hikayelere sarılıyorlar.
Evet dostlar, yazışmalarımızın sonuna geldik. Anladığım kadarıyla insaflı olanlar bir müddet sonra bu inatlarından ve akıl dışı ve cehalete dayanan suallerinden vazgeçeceklerini ve hidayete tekrar kavuşacaklarını ümit ediyorum İnşallah.
Selam ve dua ile.