"Açıkdeniz" dergisinin son 18. Ağustos sayısında Japon mühtedi, Marmara Üniversitesi Türkiyât Araştırmaları Enstitüsünde Dr. Öğ. Üyesi Kayyim Naoki Yamamoto ile yapılmış bir röportaj var. Japonya'daki bir uygulama olan "çay seremonisi"nden tut, intiharlara; dinî hizmetlerden tut, medeniyet değerlendirmelerine kadar merak ve dikkatimi çeken epeyce bilgiye yer verilen bu güzel ve başarılı röportajı, Mehmet Kaplan kardeşimiz yapmış. Kaplan'ın diğer röportajları gibi, bu da hem dikkat çekici hem de bilgilendirici olmuş.
Japonya'da Hristiyan bir ailenin çocuğu olarak 1989'da dünyaya gelen Kayyim Bey'in Müslüman olma yolculuğu, Japon mühtedi ve ilk Japon sûfî âlime bir kadın olan "Havle Nakata Kaori" Hanımın "Tanrı Üzerine Küçük Bir Risale" kitabını okuyarak başlamış. Eğitim için gittiği Kahire'de de Müslüman olmuş. Arapça bir kökten gelen ve Müslümanların pek kullanmadığı Kayyim kelimesini de isminin başına, Mısır'daki bir hocası koymuş.
"Hak ve hakikate yükselmek (uruç), temizlik, hürmet, diğergâmlık, isar hasleti, büyüklere hürmet gibi konularda Japonlar ile Türkler (Aslında Müslümanları kastediyor) birbirine çok yakın" diyor Kayyim Bey. Türklerin Japonlara uzak duruşunu da Batı medeniyetine teslim oluşlarına bağlıyor.
"Türkiye'nin gerçek maneviyat kimliğine bakıldığı zaman, kendilerine en yakın ve en anlaşabilecekleri toplumların Japonlar ve Uzak Doğu toplumları olduğunu düşünüyorum." tespiti de ona ait.
Sonradan Müslüman da olduğunu tespit ettiğim bir Japon bayanı Trabzon'da ağırlamıştım bir zaman. Bu tespitin doğruluğunu tâ o zaman ben, bu misafirimizle olan diyaloglarımızdan anlamıştım.
Dr. Kayyim Bey'in aşağıdaki tespit ve beyanları ise, maddî medeniyetin insanlığı getirdiği noktaya işaret etmesi bakımından, röportajın can alıcı noktası.
"Japonya'daki hayat, uzaktan bakıldığı zaman çok ideal bir hayat gibi görünüyor. 'Japonya'da teknoloji var, bizde yok.' gibi şeyler konuşuluyor. Ama bunlara, eleştirel bakabilmek gerekiyor. Çünkü Japonya'da her sene 20.000 kişi intihar ediyor. Sanki bir iç savaş içindeymişiz gibi zayiat veriyoruz. Türkiye'de de intiharlar vardır ama Japon toplumuyla mukayese edilemez."
Demek ruha dokunamayan konfor, akla da rahatlık ve güzellik veremiyor. Mutantan, uzaktan parıltılı gibi geliyor insana. Ama bu medeniyet, tümden Batı toplumunun sosyal hayatını da bitirmiş görünüyor. Batı medeniyeti hakkında, çok çarpıcı detaylara da yer veren bu kardeşimiz bakın başka neler anlatıyor.
"Japonya'nın büyük şehirlerinde yaşadığımız zaman aşırı bir yalnızlık hissedeceksiniz. Niye? Genellikle apartmanlarda, böyle çilehane gibi çok küçük odalar var. Gençler, belli bir yaşta olanlar tek bir odada yaşıyorlar. O kadar dardır ki hareket bile edemiyor. Kapsül oteller diye duymuşsunuzdur. Dünyanın farklı yerlerine de Japon kültürü olarak yayılıyor. O küçük odada, elinde telefon tiktokta vakit geçiriyor. Öyle tam bir distopya toplumu. Türkiye'de ise, bütün eksikliğine ilave olarak bir de ekonomik kriz olduğundan yaşamak daha zor olması gerekirken, insanlar bir şekilde hayata tutunuyor. Bunun da sebebi, burada bir sohbet kültürü var. Yalnızlık hissetmiyorsunuz. Zor durumda yaşıyorsunuz ama insanlar birbirine yardım etmeye devam ediyor. Mesela bakıyorum, İstanbul'un belli semtlerinde çorba ikramları yapılıyor. Zenginler fakirler için hizmet etmeye devam ediyor. Japonya'da çarşıda, mağazada, insanların gözü önünde ölenler oluyor, kimse yardımcı olmuyor. Dönüp bakmıyor bile. Türkiye'de kendi insanı değil, gavur bile olsa, ölmek üzere aç açıkta olsa, yardım ediyorlar. Bu, ne kadar İslam'dan uzaklaşılmış olsa da İslam sohbet kültürünün bir yansıması."
Bu yalnızlaşma sadece Japonya'da değil, tüm Batı dünyasını da sarmış. Geçen Belçika'dan gelen bir dostumuz anlatmıştı: Akşam olunca, tüm Belçikalılar, evine kapanıyor ya da kafasını dağıtmak için eğlenceye dalıyor. Yaşlılar köpekleriyle meşgul. Aile ortamı yok gibi.
Ülkemizde de böyle durumlar yok mu, var. Hem de yıkıcı ve dramatik bir şekilde az da olsa örneklerini görüyoruz. Gayrimeşru hayat, nice canlara mal oluyor; aileler dağılıyor. Geçenlerde bir sahne oyuncusunun konuşmasına denk geldim. Gençleri ikaz ediyor. Aman diyor, yaklaşmayın bu hayata. Burada kaydetmeye haya edeceğim sahneleri ve uygulamaları da örnek veriyor.
Maalesef İslâmî kesimde de kısmen bu yalnızlaşma var. Çok değerli bir kardeşim oğlundan bahisle: "Hocam çok da kapasiteli oğlum ama akşam sabah telefonla oynayıp aile ile irtibatını kesti. Adeta yalnızlaştı. Üniversite sınavlarında başarılı olamıyor." Çokça şikayetler duyduğumuz ve haberdar da olduğumuz için, işin vehametini bu durumdan da anlayabiliyoruz.
Bir vesile ile Risale-i Nurları da tanıyan Dr. Kayyim Bey, Nurları Japoncaya da çeviriyor. "Şu anda Asa-yı Musa bitti, Sözler'den devam edeceğiz." müjdesini de veriyor.
"Risale-i Nurları okuyunca, ne dikkatinizi çekti?" sualine verdiği cevap da şöyle:
"Risale-i Nurları okumaya başlayınca İslâm âlimlerinin eserlerine olan bağlantıları gördüm. Bu anlamda âdeta bir İslâm eserleri müzesi ya da koleksiyonu gibidir. Kitabın yazarı Said Nursi, internetten İslâm eğitimi almış birisi değil yani. Bugün farklı grupların okuduğu klasik kitapları okuyarak bu eserlerini yazıyor. İslâm âlimlerinin eserlerinden işaretleri görüyoruz. Müzedeki her bir parçanın arkasında bir hikayesi ve tarihi var. Risale-i Nur bir müze gibi dediğimizde de onun gösterdiği, işaret ettiği yer bir İslâm mirasıdır, oralara bakmamız lazım. Onun için, bu risaleleri okurken bu eserlerin zenginliğini değil de İslâm tarihindeki zenginliği anlayabiliyoruz."
Risale-i Nurların İslâm eserlerine işaret eden bir müzeye benzetilmesini çok değişik ve derin bir analiz olarak görüyorum. Yine Risale-i Nurlardan İslâm tarihinin zenginliğini anlayabilmek ise, tam yerinde bir tespit.
Dr. Kayyim Naoki Yamamoto kardeşimiz, dünya üzerinde "teoriyle pratiğin çelişkisinden" de şikayet edenlerden. Hristiyan bir ailede büyüyen Japon bilim insanı Doktor Yamamoto, "İslâm adına konuşan insanlar çok var ama İslam'dan ilham alarak hayatında bunun uygulamasını yapan Müslümanlar çok az." diyerek hâl lisanının kal lisanından, yani davranışın sözden daha etkili olduğuna dikkat çekiyor. Yani Müslümanların en büyük eksiği olarak dinlerini hallerine yansıtmadaki sıkıntıları ve eksikleri görüyor. Zaten Cenab-ı Allah da Saf Suresinin ikinci âyetinde "Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylersiniz?" diye buyurmuyor mu?
Evet dostlar, Risale-i Nur'u çok tenkit eden, özellikle asla taalluk etmeyen cifir- ebced ve kıyamet alametleri gibi mevzulara itiraz edenleri çok gördüm. Fakat üstadın hayatına itiraz edenlere pek denk gelmedim. Bunun sebebi olarak da üstadın sünneti takip eden, sâde, dünyevilikten uzak, nezih hayatının yani lisan-ı hâlinin tesirli olduğunu düşünüyorum. Bizim nasıl acaba?
Selam ve dua ile.