Yıl 1982, aylardan Ekim. Trabzon'da kadim dershanelerden Dilek Apartmanının Üçüncü numarasındayız. Maraşlı, Mühendislik Fakültesini bitiren Özcan Konuklar kardeş, bir hatıra defteri tutuyor. Ve bu tarihte Elektrik Bölümünü bitiren ve kendisini herkese "ihtiyar" lâkabıyla tanıtan Adanalı Hüseyin Donbaloğlu kardeş de bu hatıra defterinin bir sayfasını dolduruyor. Önce bu hatıra defterini, kardeşleri yazılarıyla da olsa buluşturan "kağıttan bir dersane" olarak tarif ediyor.
"Aziz Gardeşim Özcan" diye başlıyor yazısı ve "Bu hatıraları okuyan kardeşlerden dualarında, hem dünya hem de ahirette unutmamalarını bizi de hatırlamalarını bilhassa istirham ediyorum" cümlesiyle devam ediyor. Devamı çok daha ibretamiz. "Her görüşmemizde, dışarıdan gören de bizi kırk yıllık hasretten sonra görüşüyor veya kırk yıllık hasrete çıkıyor zanneder."
Evet telefonumda kayıtlı bu kırk yıllık hatırayı, Maraş'ta görev yaparken, iki sene kadar önce aniden ahirete yolcu ettiğimiz, Adanalı Hüseyin kardeşin resimlerine de bakarak, hasretle yeniden hatırlıyorum. Onunla geçirdiğimiz güzel hatıraları yâd ediyorum.
Koskocaman dünya "dün yâ" olmuş gerçekten. Kör, körlüğünü göremez, görmesi umulur ama göremez. Uykuda olan da uykuda olduğunu göremez, bilemez. Ne zamana kadar? Kuvvetli bir sebep onu uyarıncaya kadar. Biz de uykuda olduğumuzu pek anlayamıyoruz. Böyle deprem gibi güçlü sebepler lazım uyanmamız için herhalde.
Aslında, doğar doğmaz, saniye saniye ölüyoruz farkında mıyız? Zamanı bir saniye de olsa geriye sarabilir miyiz? Saramayız. Yaşadıklarımız, kocaman mâzimiz artık "dün yâ" olmuşlar. Aynen Hüseyin kardeşle yaşadıklarımız gibi. Hatta yarın biz de Hüseyin kardeş gibi 'dün yâ' olarak hatırlanacağız. Şimdi, geçmişe bakarak ibret alırız belki ama biz de çok yakında ibret alınan olacağız. Vehmimiz dolayısıyla sabit zannettiğimiz "Şu güzerân-ı hayat, bir uykudur. Bir rüya gibi geçti." geçiyor. Rüzgâr gibi uçtu, uçuyor. Zamanın geniş endam aynasının, hususî ve her zaman zevale mahkum hayatımızı uzatması ve genişletmesi, bizi bu hayatın bitmeyeceği yanılgısına götürüyor. Sanki biz ve hayatımız, lâyemut (ölümsüz) gibi duruyor. Bu da bizi bütün hissiyatımızla dünyaya saldırtıyor.
Buradan nereye geleceğim? Haber aldık ki birkaç sene önce vefat eden Hüseyin kardeşin hanımı ve kızı da bu depremde şehit olarak ahirete yolcu olmuşlar. Anlayacağınız, bir ailenin dünyası da "dün yâ" olmuş.
Mâlumunuz, 'dün' hasreti bildirir ve haber verir. 'Yâ' ise, esefi anlatır. Hüseyin kardeşe duyduğumuz hasreti 'dün' ile; üzüntülerimizi de 'yâ' ile ifade ediyoruz. Yani dünyadan geriye kalacak olan sadece bir 'dün' hasreti, bir de 'yâ' esefi oluyor. "Dün yâ" nidası, içinde ne derin hasret ve esefler saklıyor, tam kestirmek gerçekten zor.
Üstadın, dostlardan müfarakat için ifade ettiği "Hiçbir şey beni o kadar yandırmamış" cümlesini şimdi biz Trabzon'da uzun süre birlikte olduğumuz kardeşler için, özellikle Hüseyin ve emsali kardeşler için söylüyoruz.
Bunlardan biri de asker bir babanın oğlu, Orman Mühendisi Osman Erdal Tiryaki kardeşti. 90'lı yılların başlarında Adana civarında bir orman yangınına müdahalede, ateşin aniden kendini sarması üzerine şehit olarak vefat eden Osman kardeşin hanımı, ayrıca biri doktor, diğeri doçent iki kızı da Hatay depreminde yine şehit olarak ahirete gittiler. Aileden geriye, Eskişehir'de Harita Mühendisliği yapan Osman'ın kardeşi, Ali Serdar kaldı sadece. Ona sordum. "Osman Erdal'dan, sizin evden geriye ne kaldı?" "Abi" dedi, "sadece hatıralar kaldı." Yani her şey yine "dün yâ" ile ifade edilir oldu. Hadîsin beyanıyla "Ölmek için dünyaya gelen insanlar, harap olmak için evler yapmışlardı." Ama bu evler yine aynı insanlara mezar taşı da olmuştu.
Visalin (kavuşmanın) başladığı yerde, zeval ile tanışan insanın aklına, eskimek hiç düşmüyor. Ya da eksildiğimizin farkında olmuyoruz. Halbuki dünya bizsiz çok yaşadığı gibi, bizden sonra da yaşayacak. Dünya, kendine kazık çakmak için çabalayan bunca insanın yokluğunu ise, hiç umursamayacak. Yine hadîsin tâbiriyle insan, ölünce hakikate uyanacak. Yani dünyada üstadın âlem-i yakazada (asıl uyanıklık âleminde) asrın vekilleriyle bulunduğu toplantıda yakaladığı hâli, insan ancak, âlem-i misalin sahici dehlizlerinde yakalayacak. Dünyada bazı hakikatlere vakıf olmaya bazen yaklaşıyor, yakaza halini yakalıyoruz ama yine dünyaya indiğimizde, dünya uykumuza gaflet sarhoşluğu bulaşıyor ve uyku halimiz daha da derinleşiyor.
İnsan Suresinin ibretamiz ikazı daha ilk âyetle başlar. "Hatırlar mısın, insan bir zamanlar hatırlanmaya değer bir şey değildi." Bir zamanlar neydin, neredeydin? Bu ziyadâr varlık âlemine seni kim çıkardı ve hatırlanır kıldı? Önüne sofralar açıldı, hatırına güneşler asıldı, altına salıncaklar serildi, dizine fer, gözüne ışık, hayatın sürsün diye burnunun önüne eksilmeyen hava verildi. Daha da önemlisi, dünya ve ahiretini cennete çevirsin diye önüne peygamberler çıkarıldı, kitaplar indirildi. Özetle "Seni bu kadar anlayan, seni bu kadar anladığını yine sana bu kadar yakından söyleyen bir Rabbin var." farkında mısın bunun?
Evet, Trabzon'da bir zaman, çoğu ile uzun zaman birlikte okuduğumuz, hizmete koştuğumuz kardeş ve âbilerden bir kısmı kanatlanarak mâziye uçtular. Yine üstad, esaret dönüşü İstanbul'dan Van'a uğradığında, gezdiği harabe olmuş eski Van'ın içler acısı durumunu "İşte bu hakikati kulağımda değil, gözümle işitiyordum" diyor. Biz de o kardeşlerle yaşadıklarımızı, hatıralarımızı sanki kulağımızla değil, gözümüzle işitiyor; derin bir 'dün yâ' diyoruz. Devamında ise, hem dünyada hem de ahirette unutan ve unutulanlardan olmamak için dua ediyoruz.
Yine o yıllarda birlikte olduğumuz ve isimlerine her seherdeki dualarımızda tek tek yer verdiğimiz, 'dün yâ' diyerek hasretle yad ettiğimiz, güzide âbi ve kardeşlerimiz de var. Türkiye'de nurlarda derinleşme ve vukûfiyette ileri sayılabilen bir sene önce vefat ederek ahirete yolcu ettiğimiz Niyazi Kumandaş bunlardan biri. Bu âcizi "Habiban kardeş" adıyla çağıran hizmet delisi ve bu yolda yatak ve yorganını, rahat ve rehavetini terk eden epey sene kadar önce ahirete yolcu ettiğimiz Necip Küçükterzi, yine batan gemide boğularak ahirete giden İbrahim Ethem Demircioğlu'nun mütebessim ve mütevekkil yüzünü unutmak mümkün mü? Ya Raşit Zil abi. Kendini "Kürdoğlu" olarak takdim eden ve gönüllere dokunan dersleri ve sohbetleri ile hâlâ hatıralarda. 'Dün yâ' hasretiyle yâd ettiğimiz Mustafa Dinçer âbimiz; Trabzon'a hizmeti getiren ve tanıtan Müslim Selçuk âbimiz, unutulur mu hiç?
Evet dostlar, biraz içli ve dertli bir iç dökümü oldu ama hangimiz 'dün yâ' demiyoruz ki? Hele depremzede kardeşler! Onları dinlesek, kim bilir hangi hatıralara tanık olup kaç "dün yâ" nidasını işiteceğiz?
Selam ve dua ile.