1977 Rize Öğretmen Lisesi mezunuyum. Rize, hayatımda önemli bir dönüm noktası olmuş bir şehir. Kadim dostlarımızın birçoğu orada olduğu, hizmet hayatımızın birkısmı da yine orada geçtiği gibi, yeni akrabalıklarımız da oldu.
Dostlarımızdan Profesör İbrahim Kaya ile aynı dönemde, ayrı liselerde okuduk. O, Erzurum'da, biz Trabzon'da üniversite okuyan ve hizmete devam eden aynı kuşaktanız. Yine Rize'de Toprak ailesi'nin büyüğü başta merhum İbrahim Toprak abi ve mahdumları İsmail, İshak, Mehmet ve Numan kardeşlerle tâ lise yıllarından başlayan muarefemizi artırarak devam ettiriyoruz. Eğitim dünyasının duayenlerinden Cemal Şeref Ramazanoğlu da irtibatımızı devam ettirdiklerimizden.
O dönemde, bizim gibi bazı öğrencilerin buluşma yerlerinden biri de merkezî bir yerde bulunan bir büyük binanın ikinci katındaki 'Rize Din Görevlileri Cemiyeti' idi. Bu nezih mekâna uğrar, çay eşliğinde kitaplarımızı okurduk. Hatta dışarıdan liseyi bitirmek isteyen bazı arkadaşlara matematik dersleri de anlattığımız olurdu.
O dönem, Rize İmam Hatipte okuyan arkadaşlardan da aynı mekâna gelenler olurdu. Bizim yorucu ve cevapsız görünen suallerimizi onlara da sorar ve tartışırdık. İşte, bu arkadaşlardan Ekrem Kişmiroğlu, sorduğumuz çetin soruların cevaplarını Risale-i Nur'da bulabileceğimizi bize anlatarak, bizim Risale-i Nur'daki yolculuğumuza vesile olan İmam hatiplilerinden biridir. O dönem, bizden belki bir dönem önceki Rize İmam Hatip mezunlarından biri de çok değerli kardeşimiz ve dostumuz İshak Toprak'ın yazışmalarından anlıyoruz ki aynı dönemlerde okuduğumuz; fakat farkında değiliz ama bazen belki de karşılaştığımız öğrencilerden biri de emekli öğretmen Ahmet Kaya arkadaşımızmış.
Biz, belki Müslüman bir aileden geliyorduk, tamam ama maneviyat adına hiçbir birikimimiz, donanımımız yoktu. Cenab-ı Allah'ın ikrâm ve ihsanıyla kendimizin farkına vardık önce. İnsandık ama bu insaniyetimizin ve ulvî kazanımlarımızın mahiyetinden haberdar değildik çok. Öylesine yaşıyor, milyonlarca tür diğer canlıların yaptığı aynı şeyleri tekrar ediyorduk günlerce. Onlar tüketiyor, biz de tüketiyorduk; onlar boşaltıyor biz de öyleydik. Sanki bir doldur, boşalt makinesine dönmüştük. Fakat kâinattaki işleyişi tefekkür edip anlayacak akıl da bizdeydi. Acaba başta akıl ve diğer pahalı cihazlar, sadece diğer varlıkların yaptıklarını tekrar için mi bize verilmişti? O zaman bu, bir çeşit israf olmaz mıydı? Bunu hiç düşünmüyor, öylesine yaşıyor ve bir defalığına bize verilen ömrümüzün en güzel yıllarını ziyan ediyorduk.
Yatılı okuldaydık ve zamanımız da boldu. Nurları tanıyıp bazı şeylerin farkına da varınca, elimize geçen ve çoğu zaman kısıtlı harçlıklarımızla aldığımız, bulduğumuz kitaplara dalıyorduk. Örnek bir genç olma ideali taşımaya başlamıştık. Ama önümüzde bizi bekleyen, önemli basamaklar da yok değildi. Üniversite yılları, bunlardan en önemlisiydi. Çünkü asıl fikri yapı daha çok o yıllarda netleşiyor, kıvamını buluyor ve yerli yerine oturuyordu.
Çok şükür, üniversite yıllarımız da hareketli, bereketli ve semeredâr geçti. Uzun vakıflık yıllarımız oldu. Öğretmenliğe geçtik ve meslek icabı edebiyattan felsefeye epeyce kitap tedkik edebildik. Uzun süredir de bu köşede yazılar yazıyor, sosyal medyada nefes tüketmeye çalışıyoruz.
Bu yazıyı yazmamıza da zaten İshak Toprak kardeşinizin Risalelerden paylaştığı bazı pasajlar vesile oldu. İshak kardeşim, Risalelerden özellikle tevhid ile alakalı kısımlar paylaşıyor, lise yıllarından arkadaşı olduğu Ahmet Kaya'dan yorumlar bekliyordu. Ahmet Kaya arkadaşımız, lise yıllarında Nurlarla alakadar, hatta anladığım kadarıyla ısrarla tavsiye edenlerdenmiş. Fakat dedik ya üniversite yılları önemli bir merhale. İşte, bu arkadaşımız, liseden sonraki yıllarında başlayan, arkadaşlarını da üzen bir fikri sapma yaşamış. Kur'an'da ve Kur'an'ın bu asra bakan, önemli bir tefsiri olan Risale-i Nurlarda nasıl bir akıl dışılık, felsefenin yanından bile geçmesi mümkün olmayan "hayat, insaniyet, ölüm, varlık, ezel, ebed, kader" gibi bir insan için hayatî konularda; talebelerine bile çare olamamış felsefede, nasıl bir akıllılık bulmuşsa bu değerli arkadaşımız, arkadaşı İshak Toprak'ın tevhid ve özellikle insan ile ilgili o şahane paylaşımlarında nasıl bir akla uzaklık buluyorsa, onu Ay'da yaşamakla, dünyadan haberi olmamakla iğneliyor; metinleri de ilkokul seviyesinde bile bulmuyordu. Daha önemlisi, arkadaşı İshak Toprak'ı akla ve felsefeye yaklaşmaya davet ediyordu. Ahiret hatırlatmalarına karşı da "yanmaz kefen" metaforunu kullanıyor, ona güvendiğini tersini ima eden iğneli cümlelerde anlatmaya çalışıyordu.
İşte, aklın bittiği yer de burası zaten. Kur'an'da, İslam'da arayıp da (haşa) bir kusur bulamayanların en büyük tesellisi ve dayanağı, bazılarının absürt ve abartılı konuşmaları ya da yanlış kaynaklardan alıntıladığı, önü sonu alınmamış eksik bilgiler. Bu tip konuşmalar ve doğru zannettiği yanlış bilgiler, maalesef bazı arkadaşları haza hidayet kaynağı Kur'an'dan ve iman hakikatlerinden uzaklaştırdığı gibi, nefsini de havalandırıp fikir dünyasını felçli hâle getiriyor. Yani birinin kusuru, başkasının özrü haline getirilmiş oluyor. Bu esassız kıyasları çoğumuz bazen yapıyoruz. Belki de farkında olmadan yapıyoruz. "Niçin namaz kılmıyorsun, zekatını vermiyorsun?" diye sorduğumuz biri: "Bak, falanca da öyle." deyip cevap verenler var ya, onun gibi. Masum gibi görünen bu cevaplar, belki dünyada, kabre kadar insanı bir derece teselli edebilir. Ama bunlar kabrin arkasında esassız şeylerdir. Bir başkasının kusur veya ihmali, bir başkasını kurtarmaz, aksine mahçup ve rezil eder.
Sevgili kardeşim İbrâhim Kaya'nın abisi Ahmet Kaya, bu hâliyle geçmişinden hayli uzakta. Keşke sadece uzakta kalsaydı. İçi boş, fakat tantanalı birtakım teori, önerme ve daha başka izahlarla aklı uyuşturmaya, bir müddet susturmaktan başka bir işe yaramayan adeta fikirler çöplüğüne dönmüş felsefe bataklığına bizleri ve arkadaşlarını çağırıyor. Kur'an'dan uzak, felsefî fikirleri taşıyanların hiçbirinin bir konuda anlaşabildiği görülmemiş ki biz de gidip birine sığınarak biraz serinleyelim arkadaş. Hatta bu felsefenin talebelerinin çoğu da ya hazin ya da rezil bir şekilde dünyaya terk etmiş. Şimdilerde de bu felsefe bataklığı, agnosizm, deizm, bilmem ne izm şeklinde sureta cazib birtakım mantık oyunlarıyla kendini devam ettirmeye, yine fikirleri paramparça etmeye çalışıyor. Kendi köşemde ekseri yazılarımda, felsefe kaynaklı bu fikirlerin hiçbir esasa dayanmadığını, birtakım mantık oyunları ile akla tutunmaya çalıştıklarını anlatmaya gayret ediyorum. Vahye kulak vermeyen hiçbir felsefî yorum ve çıkış, insanı tatmin edemez. İnsanın hiçbir derdine de çare bulamaz ve bulamamış.
Türkiye'deki bazı felsefe aparatlarını dinliyoruz ve felsefeye kaynaklık etmiş bazı eserleri tedkik ettik. Başta insan, ölüm, ahiret, mutluluk, sevgi, adalet, hayatın gayesi gibi hayatî konularda hiçbir esaslı sunumlarını görmedik. Bunlardan bir tanesini anlatayım. Ölüme buldukları çare "Ben varken, ölüm yok; ölüm varken, ben yok." cümlesi. İki önermeli bu cümleyi anladınız mı? Ben varken ölüm yokmuş. Vay be, ne buluş, ne cümle değil mi? Bunu söyleyen insan da intihar etmiş sonunda. Ölüme karşı çare olarak bu cümleyi bana, elli yaşlarında, felsefe okuyarak şifasını bulmuş bir mühendis yazdı,hem de utanmadan. Bunu yazan arkadaşın en yakınlarında bulunan biri, bunu bana yazdıktan bir hafta sonra vefat etti. Her gün yüz bin ölümle delinen bu cümle, hangi aklı ikna edebilirdi ki onu etsin? Ölüm varken de ben yokmuşum. Ne biliyorsun yok olduğunu arkadaş? Nereden haber aldın bunu? İnsan bunu söylerken bile hicap duyar azıcık.Koca koca adamlar, uzağında durdukları Kur'an hidayeti yerine, güya felsefe yapıyor ve bu tip esassız şeylere sığınıyorlar
"İnsan nedir peki?" Hepsi hayvan kelimesi ile biten ve insanın ulvî mahiyetinden uzak bir sürü zırva cümleler kuruyor bu felsefe aparatları. İnsan, böyle bir fikir çöplüğüne insanı davet eder mi arkadaş? 18. yüzyılda yaşamış Mevlevi şeyhi Şeyh Galip, insan için:
"Hoşça bak zâtına, kim zübde-i âlemsin sen,
Merdüm-i dide-i ekvan olan âdemsin sen." diyor.
Yani, sen kendini iyi bir oku, âlemin özeti olan mahiyetini anla. Ki sen âdemsin ama kâinatın göz bebeği konumunda hizmet ettiği bir insansın.
İshak kardeşimiz, aslında bu beyti açıklayan cümleler ve Risalelerden aynı mahiyetteki ilgili yerleri paylaşmış, çeşitli izahlar getirmişti. Bunun üzerine Ay'da yaşamakla ve dünyada olmamakla suçlanmış ve felsefeye davet edilmişti Ahmet Kaya tarafından. Demek sevgili Ahmet arkadaşımız bu kafa ile eğer Şeyh Galip zamanında yaşasaydı, muhtemelen İshak kardeşimiz gibi, Şeyh Galib de aynı davete muhatap olacaktı.
Evet dostlar, bu çok su götüren geniş mevzuyu bir yazıya sığdırmaya çalıştık. Geçen zamanlarda, Cumhuriyetin ilk kadrosunu şekillendiren "Madde ve Kuvvet" kitabını okumuştum. Elimizde evir çevir olmuş ve esassız fikirler maskaraya dönmüştü. Onunla ilgili de dört yazı yazmıştık. Şimdi dönüp geriye bakıyorum. İyi ki Kur'an'a kulak vermişiz, iyi ki Kur'an hakikatlerini gerekçeleri ile anlatan Nurları tanışmışız. İyi ki bazıları gibi evhamlara kapılıp okumayı bırakmamışız. Okumaya ve istifadeye devam etmeye çalışmışız. Allah istifade ve hidayetinizi, hidayetimizi arttırsın inşallah.
Selam ve dua ile.