"Kim bu yüzü çizen, sanatkâr ressam /
Geçip de aynaya soran olmaz mı?"
Yüzün sanatkâr ressamını sormamak mümkün mü? Fakat "taklidi kırılmış teslimi bozulmuş" bu asırda, biz de dahil kaçımız, kaç kere sorduk acaba bu soruyu kendimize? Bir okul sohbetimizde, resim öğretmenine, yüzün bir ressamı olduğunu anlatmakta zorlandığımı hatırlıyorum.
Konuşmayan, yürümeyen, duymayan, görmeyen bir heykelin heykeltıraşını kabul ediyor. Bunun bir heykeltıraşının olduğunu tecrübeyle biliriz, diyor. Ama iş duyan, konuşan, yürüyen, seven, düşünen insanın heykeltıraşını bilmeye gelince "Bunu bilemeyiz." diyor adam. Hem de mühendis, okumuş yazmış biri de."İnsanın deli olmaması elde değil." diyesi geliyor sahiden. Bu ikincisini tecrübe etmemiş beyefendi güya. Sanatkârı, kendi cinsinden sanıyor. Hangi sanatçı, yaptığının cinsinden ki arkadaş?
Günün hengamelerinden sıyrılarak sormadan, sorgulamadan, anlamaya ve çözmeye çalışmadan, tefekküre zaman ayırmadan olur mu? İşte, şair de bunu hissiyata da dökerek iki mısrada aklın önüne bir tefekkür levhası dokuyor.
Yukarıdaki dizeler Necip Fazıl'ın. Başka bir ters köşenin şairi de "Anladım" şiirinde:
"Bunca zaman bana anlatmaya çalıştığını/
Kendimi bulduğumda anladım" diyor.
İnsan kendini nasıl bulur? Kayıp mı ki bulsun? Kayıp olurmuş demek ki. Şairi bilmiyorum ama biz bazen kayboluyoruz. 80'li yıllarda birlikte koşuştuğumuz Oflu bir arkadaşı, yıllar sonra buldum ve aradım. "Abi ben eski Nazmi değilim" dedi. "Ben inancımı da kaybettim" diye de ekledi.
Kaybolmuş yani düpedüz. Derse gitmemiş, uzun süre okumamış; irtibatı kesilmiş zamanla, kaybolmuş işte. Bu âciz de çok korkuyorum kaybolmaktan. Eve geç gelmeyi, sorgulanmayı da bazen göze alarak yaz derslerini aksatmamaya çalışıyorum. Bir ayağımda sıkıntılar başladı. Buna rağmen, özellikle sabah namazında camide olmaya çalışıyorum. Farzlarda riya olmadığından, bunu teşvik düşüncesiyle rahatlıkla yazabiliyoruz.
Yazdıklarım benim için bir namus sözü gibi oluyor. İmam Hatip liselerine gittiğimizde, lisan-ı hâlin daha müessir olduğunu anlatmak için, üstadın Barla Lahikasında iki yerde yer verdiği Saf Suresinin "Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niye söylüyorsunuz?" mealindeki ikinci âyetini anlatmaya çalışırım. Âyetin devamı daha düşündürücü: "Yapmayacağınız şeyleri söylemek, Allah katında sevimsizdir." Yani Allah'ı gadaba getirir. Bu âyetler bu âcizi çok düşündürür ve temkine sevk eder. Konuşurken, ders yaparken, şimdi de yazarken bunlar hep aklımdadır.
Şaire dönelim biz yine. "Kendimi bulduğumda, anladım." demişti ya. Önce kendimizi kaybetmeyelim, kaybetmemeye bakalım. Kaybedersek, bulabilme garantimiz yok çünkü. Anma törenlerinde kabrine şaraplar dökülen bu şair, acaba kendini bulabildi mi meçhul. Ama anlamak için bunu şart koşuyor.
Geçen yine kendini kaybetmiş, meşhur dinsiz bir profu dinliyorum. Korku bacayı sarmış. Yanındaki birkaç kişiye "Yok olmadan korkmayın." diyor. Niye diye soruyorlar. "Düşünen kısmımız, beyinde küçük bir kısım.Diğer taraflarımız, yani hayvanî yönümüz yok olsa da büyük kaybımız yok." Bu sefalete, bitmiş ve sönmüş akla bakar mısınız ? İmanın insanı nasıl insan ettiğini, küfrün ise, insanı gayet âciz canavar hayvana çevirdiğini daha iyi anlıyor insan gerçekten.
Adam başta insaniyeti, aklı, ruhu, rabıta ve nispetlerini daha da önemlisi ebedî saadeti kaybediyor. Oturmuş, birkaç yüz bin atom yığını olan hafızanın kaybını küçümseyerek kendini teselli ediyor. Ya da etmeye çalışıyor. Hani bu tip dip dalga biri, ölüm oklarından kendini teselliye almak için "Ben varken ölüm yok, ölüm varken ben yok." demişti ya. Her an kafasını döven, yanındaki yöresindeki ölümleri görmüyor. Ölünce de yok olacağını sanki garantiye almış gibi, ecelin ve cehennemin onu gözlediğinden habersiz kafasını kumda saklıyor.
Biz yine "Beklenen" şiirinde sevdiğine:
"Ne hasta bekler sabahı,
Ne taze ölüyü mezar,
Ne de şeytan bir günahı,
Seni beklediğim kadar." dizeleri ile seslenen şairimize dönelim.
Burada sevgiliyi beklemenin şeytanın bir günahı bekleme sabırsızlığı ve hasretine benzetilmesi ne kadar yerinde bir imge olduğunu hemen seziyoruz değil mi? Şeytan en zayıf anımızı kolluyor. Ama- aramızda kalsın- her an şeytana açık bekleyen nefs-i emare, şeytandan daha tehlikeli bence. Günaha daha açık olabildiğimiz yalnız ve zayıf anlarımızı, sevgiliyi bekler gibi bekliyor.
Buna karşı da yine şairimiz:
"Göz kaptırdığım renkten, kulak verdiğin sesten/ Affet, senden habersiz aldığım her nefesten."
dizeleriyle huzurî tevhid melekesi (her an Allah'ın huzurunda bulunma edebi) özlemini, benzerine zor denk gelinir şekilde ses, renk ve biraz da fıkıh armonisi ile dile getiriyor.
Başlığa daha yeni geldik. Geçenlerde, yine yaşını başını almış, hem hukukçu hem de nereden öğrendiyse "Dinin, kadını eksik akıllı erkeklere teslim ettiğini" iddia eden birisiyle biraz yazıştık. İnsanları dindar değil de iyi bir doktor, mühendis ve çöpçü olarak yetiştirelim, diyor. Sözlerine iyi insan olmak lazım, diye de ekliyor. İyi insan olmanın yolunu da bir iki derneğe üye olmak, bu yolla birkaç kişiye yardımcı olmak manasında anlıyor. Vah ki vah! Kocaman kâinat fabrikası, senin meşkuk, birçoğu göstermelik yardımın için mi çalışıyor acaba? Ya da sadece bunun için mi çalışması gerekir? İyiliğin asıl kaynağından habersizce, sadece dünyevî istikbal endişesi için çabalayan, hayat-ı dünyeviyenin zevkine müptela kör hissiyat, hayatı sadece dünyanın kısa ve geçici hayatından ibaret görüyor. Bununla kalsa iyi. Ebedî hayatı kazanmak için bir define mahiyetinde ve bir defalığına insana bahşedilen hayatı, "nefsini muhafaza ve medenî eğlenceler, süfli ve rezil birtakım geçici hevesler" için kullanıyor. Peki ne ile teselli ediyor kendini? "Ben birkaç kişiye yardım ettim, ediyorum." cümleleri ile.
Şairimiz ne güzel ifade ediyor:
"Tam otuz sene, saatim işlemiş, ben durmuşum/ Gökyüzünden habersiz, uçurtma uçurmuşum."
Kardeşim sen iyilik ediyorsun da kimin memleketinde, kimin verdiği imkânlar sayesinde, kime yardım ediyorsun? Uçurtma uçuruyorsun. Ama bu uçurtmayı hangi gökyüzü sayesinde uçuruyorsun, haberin var mı? Yardım dediğin ve emaneten sana verilen bir malı veya imkânı, yine sana küllî bir maksat için, emaneten verilen akıl, göz, el, nefes ve kâinatın düzgün işleyişi sayesinde elde etmedin mi? Bunları senin zâti malın veya bunlar senin kontrolünde mi sanıyorsun? Ya da bunları dünyaya gelirken, beraberinde mi getirdin? Veya bunlara hükmün mü geçiyor? Yani sana ait olmayan varlıklarla elde ettiğin, hâliyle sana ait olmayanları, şan, şöhret ,nefsi tatmin gibi birtakım dünyevi karşılıklarla heba ettin.
İyiliğin asıl kaynağından ve sana yapılan küllî iyiliklerden haberin bile yok. Yani uçurtmanı gökyüzünden habersiz uçuruyorsun. Haberin olmayınca, bunca nimetlere karşı hürmet ve minnetten; şükür ve tefekkürden uzaksın. Evet, hukukçu hanımefendiye bunları hatırlattım. "İyi günler dilerim." vedasıyla ayrıldı. Daha önce de insan olmanın ağırlığına ve bu insaniyeti; toprak, maden, nebat, hayvan mertebelerini geçerek kuşandığımızı hatırlatmıştım. Öyleyse böyle bir insaniyet nimetine mukabil, bizim de şükür ve fikir; ibadet ve zikir gibi ulvî vazifelerimiz olmalı değil midir? hatırlatmamıza "Hayır, biz bir kaya parçasında basit bir parazitiz."diye karşılık vermişti. Şerefine sofralar serilen, keyfi için gündüz yeryüzü, gece gökyüzü sayfaları açılan, tuzlu bir sudan önüne balık köfteleri atılan, zehirli bir böcekten balığı, elsiz böcekten ipeği gönderilen insanın kendini basit bir parazite eşitlemesi ne hazindir, değil mi?
Evet dostlar, hayatın yüksek gaye ve mahiyetini anlamayıp ulvî mahiyeti "murdar ve mikrop yuvası bir laşe" veya bir parazite çevirenler ve bu küllî, ihsanlara kör ve sağır kalanlar veya bizim gibi, âyetin ifadesi ile "çok gülüp az ağlayanlar" derece derece "yaleyteni küntü turaba" iniltisi ile uyanacaklar. Ama geri dönüşü olmadığından, bu da nafile olacak.
Selam ve dua ile.