Üniversitenin ilk yıllarında, özellikle Nurları çok okuduğumuz dönemlerdi. Hâlâ elimde bulundurduğum o döneme ait özet ve fihristlerimiz işimize yaramıyor değil. Risale-i Nurlarda, onları okuyan birinin hem akıl hem de kalbine hitap eden, onu aklından yakalayıp onun ince latifelerini harekete geçiren bir derinlik, ulviyet ve güzellik vardır. Biz de nurlardan istifade ettikçe, bizde bu hakikatleri, mutlaka bizim dışımızdaki birilerine de aktarmamız gerekiyor, diye düşünceler oluşmakta; bunun için de çeşitli yollara başvurmaktaydık. Kütüphanelere gitmekten tutun, öğrenci evleri tespit ederek mutad ziyaretler yapmaya kadar, parklarda âşina çehreler aramaktan tutun, öğrenci kayıt dönemi çalışmalarına kadar her yolu denemeye çalışıyorduk.
Bunlardan biri de sınıfımızdaki öğrenci arkadaşlarla ilgilenmekti. Anarşi döneminin en hızlı zamanlarıydı ama fikirle gittiğimiz makul görüştekiler, bizi en azından dinlemeye çalışıyordu. Bazen "Siz fikir hürriyeti, özgürlük gibi şeyler savunuyorsunuz ama bizi de her fırsatta susturmaya çalışıyorsunuz." dediğimizde de "Hürriyet bize, size değil." dediklerini de unutamam. Bakmayın, şimdi özgürlük, adalet gibi parlak kelimeleri ağızlarından düşürmeyenlere; bunların kısa geçmişine bakınız, kendi gibi düşünmeyen, giyinmeyen insanlarla mücadeleye and içmiş olduklarını göreceksiniz. Konjonktürel olarak, cicim bicim yapanların alayı, buldukları ilk zeminde, her zaman olduğu gibi zehirlerini kusacaklardır. Fıtrat bozulunca, çare de bulunmuyor maalesef.
Hiç unutamadığım ve yazmaktan vazgeçemeyeceğim bir husus ise, ceket yakasında birinci reisin rozetini gezdiren bir arkadaşımızın çok hızlı bir Rusçu olmasıydı. Ben hayretimi iletince de ceketin arka yakasını açıp orada sakladığı Lenin rozetini unutamam. Geçen yüzyılda Rusya'yı ve yarı Avrupa'yı karanlık dehlizlere çeken komünizm, ülkemizi de kısmen etkiledi fakat Risale-i Nur'un ördüğü tahkiki iman kalesini aşamamıştı. Daha geçenlerde, çok mutemet bir dostumuz anlattı. İhtida eden bir Rus general anlatmış. Rusya, her fikir hareketini casuslarıyla kontrol altına almayı başarıyordu. Fakat Nur talebelerinin arasına gönderdiğimiz adam, kısa sürede nurun talebesi oluyordu. Onlara bir türlü engel olamıyorduk. Onun için, gizli komiteler şimdi olduğu gibi, o zaman da güya birinci reisçi görünüp her türlü ifsadatını rahatlıkla yapabiliyordu. Çünkü ifsadat yapanlar, terk ve kabul etmeme üzerine hareket ettikleri için, birbirlerine geçişkenlikleri kolay. Birbirinin suretlerini takınmak da her şekliyle mümkündü.
Mazisi ve şimdi bazı düşünceleri Rusya ve Çin kaynaklı olan bazılarını dinliyorum. Küfür ve menfur bazı siyasî düşüncelerini öyle bir kamuflaj ediyorlar ki hayretler içinde kalmamak zor. Bunun için de -cülük ile biten sihirli kelime hazır. Bu kelimenin içine, malesef her türlü zorbalık, art niyet ve menfi düşünceyi doldurmak da mümkün. Zulüm, işkence, zorbalıkları ve engellemeleri bu tip sloganların arkasına saklanarak yapanlar, bu niyetlerinden milim sapmadıklarını, serbest kürsülerde konuştukları zaman rahatlıkla anlıyorsunuz.
Her neyse biz başlığımıza dönelim. Sınıf ortamında, özellikle imanî bahislere girince, kopma ve kaymaların altında iman zaafının yattığını kolayca görebiliyorduk. Maddenin ezeliyetini savunandan tut, tesadüfü ilah yerine koyan insana kadar her türlüsüyle diyalog kurup, kaldığımız mekânlara getirmeye, onları ikna etmeye gayret gösteriyorduk.
Bunlardan biri de Artvinli Kemal isimli bir arkadaşımızdı. Kendisini misafir etmiş ve Tabiat Risalesinin girişini etraflıca okumuştuk. Kemal'in takıldığı "Allah'ı gözümüzle niçin görmüyoruz?" noktasıydı. Kemal'e "Göz görmeyince, akıl bunu bahane ederek, ben de anlamak istemiyorum." diyebilir mi noktasını izah etmeye çalıştık. Önce, gözün ve aklın hem kendilerinin hem de görevlerinin farklı olduğunu, göz sadece görünen âlemi seyretmekle yükümlü, aklın ise anlamak için insana verildiğini misallerle anlatmaya çalıştık. Bir ses duysak, sesi görmediğimiz halde sesin bir sahibinin olduğunu; şefkatle beslenmeyi görsek, bir şefkatin varlığını, düzgün işleyişi görsek, orada hükümferma bir kanun olduğunu gözümüzle görmesek bile, aklımızla hemen anlarız.
Aslında aklın bir anlama âleti olduğu kimsenin itiraz edemediği bir kanun. Yani bir insan, "Ben gözümle anlarım, kulağımla düşünürüm" diyebilir mi? Bunu daha iyi anlamak için, basit bir misal için de olsa hayvanları, mesela maymunla insanı karşılaştırmak mümkün. Maymun, evdeki sıcaklığın kalorifer peteğinden geldiğini belki hissedebilir. Ama bu sıcaklığın arkasındaki kombiden başlayan, geriye uzanan, muazzam hizmeti anlayabilir mi? Döşenen boruları, boruların bağlı olduğu şebekeyi anlamada, çözmede, idrâk etmede bir maymunla, bin maymunun farkı var mı? Yani biri anlamaz ama binini bir araya getirirsek, bu sıcaklığın sırrını belki çözer, diyebilir miyiz? Diyemeyiz. Niçin diyemeyiz? Çünkü sıcaklığı ve bu sıcaklığın arkasında muazzam işleyişi anlayacak şuurları ve akılları yoktur da onun için.Onlardan böyle bir beklenti de ve onlara verilen böyle bir vazife de yoktur. Ama insan, sıcaklığa bakarken, bu sıcaklığın arkasındaki muazzam işleyişi, şebekeyi, emeği, sistemi aklıyla görür; takdir ve tebrik eder. Bunu yapanlara, teşekkür etmesi gerektiğini de idrâk eder.
Bir insanda akıl göze inince, yani o insan aklın işini göze yaptırınca, gözün sınırlı görmesi olduğundan, az da olsa ince bir fikir işçiliği, bir dirayet, feraset isteyen, sanat arkasındaki sanatkârı göremez. Göz zaten maddî alemde de mikroptan tut, radyo dalgalarına kadar çok şeyi göremez. Âleme anahtar deliğinden bakar. Yani göz, akıl gözü ve kalp gözü dediğimiz ferasetten mahrum. Göz zaten Allah'ı, ahireti, melekleri görebilseydi, iman dediğimiz gaybe iman diye bir şey de imtihan da olmazdı. Peygamberlere de gerek yoktu.
Atomu görmüyoruz ama tesirleri vasıtasıyla, bilim adamlarının nakilleriyle, dolaylı olarak inanıyoruz. Yani bu inanmayı da bir çeşit, gözle değil, akılla yapıyoruz. İşte iman da imtihan gereği sebepler arkasında kendini isim ve sıfatları ile tecelli ve icraatı ile gösteren Zât'a karşı aklen kör kalmamanın adıdır.
Fakat bu aklen kör kalmamak önemli gerçekten. Hani şu "Bilim ve aklın rehberliğinden başka bir şey tanımayız." diyenlerin kulakları çınlasın. Sadece önünü gören, yüzünü ve ensesini bile ancak yardımla görebilen, maneviyatı ise hiç göremeyen bir göze, aklın işini yüklemek, herhalde bu asrın antika, bir o kadar da garip ve acip bir hastalığıdır. Her şeyi maddede arayan sakat anlayış, asırların ortaya koyduğu insan okumalarından, daha doğrusu kendi mahiyetinden de habersiz. Onun için boşuna üstad "Ey kendini insan bilen insan. Kendini oku. Yoksa hayvan ve camid hükmünde insan olmak ihtimali var." demiyor mu? Bütün işi göze bağlayan insan, cansızdan farklı sayılır mı? Çünkü göz, ruh ve ruha takılan, insanı insan yapan binlerce cihazattan habersizdir. Cenab-ı Allah, bazı Kur'an ayetlerinin sonunda, meseleyi akla havale etmesi, mükellefiyette aklın kemale ermesinin esas olması da gösteriyor ki insan, akılla eş değerde tutulmuştur.
Aslında göz de gördüğünü akla havale eder. Aklın da görmesiyle, görme kemale erer. Burada esas olan, mana-yı harfi ile bakışı, yani sanattan sanatkârı da görebilmeyi başarabilmektir ki en büyük eksiğimiz de budur. Sanatkârı da ancak akıl gözü, feraset yani maddeyi aşmakla görebiliyoruz.
Kemal arkadaşımıza "Kör, sağır, şuursuz, sel gibi akan küllî unsurların yani elementlerin tesadüfen bir araya gelip hayatta şuurlu canlıları teşkil etmesi mümkün mü? diye sorduk. "Uzun zaman içinde belki olur." cevabını aldık. Uzun sohbette Kemal'i ikna edememiştik. Fakat odanın yanında bizi dinleyen matematik bölümünde okuyan Hasan Hüseyin Sağbaş abi imdadımıza yetişti. Bir tesadüf hesabı yaptı. Ruh, akıl, vicdan, kalp gibi önemli yönlerimiz hariç; sadece maddî yapımızda olan, seksen kadar elementin tesadüfen bir araya gelip bir sanata dönme ihtimali 1/80 faktöryel olduğunu, bunun da sıfır olduğunu ispat etti. Kemal ses çıkaramadı ve ikna oldu. Kaldığı otele gitmeye, devamını getirmeye çalıştık. Fakat bunu sezen, Kemal'in malum arkadaşları, onu bir çembere aldılar. Bizi ona yaklaştırmamaya, görüşmemizi, konuşmamızı engellemeye çalıştılar. Otelini bile değiştirip akşamları görüşmemizi bile istemediler. Yani davalarını, arkadaşlarını iyi takip ettiler. Biz bu kadar yapabilir miyiz, bilemiyorum.
Evet dostlar, bir şeyi gözle görmemek, onun olmadığı anlamına gelmediği gibi, yine göz görmeyince akıl mazur olmaz. Ne yapayım, göz görmedi, ben de inkâr ettim, diyemez. Gözün görmesiyle, aklın görmesi aynı değildir. Bu asır bize öğretti ki aklın körlüğü gözün körlüğünden daha çaresiz bir hastalıktır.
Selam ve dua ile.