Kendisi ile sadece sosyal medya üzerinden tanıştık ve haberleştik. Öğretmen emeklisi, çok kıymetli bir dostumuzun damadıymış meğer. Değerli eşi de öğrencimiz çıktı. Yani, bir tek yüz yüze görüşmemişiz meğer. Trabzon'a izne geldiğinde, yüz yüze de görüşürüz inşallah.
Mustafa hocamız, Trabzonlu ve Erzurum İlâhiyat mezunu bir kardeşimiz. Onun Maçka İmam Hatipte okuduğu 90'lı yılları hatırlıyorum. Okul müdürü ve sonradan belediye başkanı da olan ve aramızdan erken ayrılarak memleket-i aslisine yolcu ettiğimiz, değerli dostumuz Mehmet Akkaya'nın gayretleri ile, Maçka İmam Hatip Lisesi, bir kısmı sonradan öğrencimiz de olan, böyle Mustafa Bektaş hocamız gibi nice kahraman, şuuru uyanık, Kur'an davasını dert edinen insanlar yetiştirmişti.
Elbette zamanın acımasız savruluşlarını yaşayan ve zamanla şuuru kapanan, din-i mübin-i İslam'a hizmet heyecanını kaybedenler de olmuştu, oluyor da. Hangimiz tefekkür ve tezekkürümüzü, okuma ve hayretimizi, ubudiyetle saflara dizilişimizi azalttığımızda heyecanımızı kaybetmiyoruz ki? Heyecanını, Kur'an'la irtibatını, insana hususen Müslüman'a uhuvvet ve muhabbetini kaybeden insan, bu âcize göre, varlığı yokluğuna eşit hâle geliyor zamanla. Üstünlük beni ise, insanın kafasında bekleyen sevimli bir kapıcı gibi, sahibini yutmak için bekliyor. İki günlük dünyada, bütün himmetini yumruk kadar mideyi doldurup boşaltmak uğruna geçirmek, bunun dışında bir endişe taşımamak, selim bir aklın alacağı iş değil gerçekten.
İşte, Mustafa Bektaş kardeşim de on iki yıldır bulunduğu Almanya'nın Baden-Württemberg Eyaletinin Sinsheim şehrinde, Diyanet görevlisi olarak bulunan, epeyce bir gayrimüslimin hidayetine şahit olan, bu görevlerinin dışında da gayretini, şevkini eksik etmeyen, Kur'an'ın bu son asırda cemaatsiz kalmaması için, tecrübelerini paylaşan bir hocamız. Geçenlerde paylaştığı bir sohbet videosunu dinledim ve tebriklerimi kendisine ilettim. Tamamına yakınına katıldığım bu konuşmanın son cümlesinden başlamak istiyorum. Zira hocamız, hepimizin bazen düştüğümüz bir hataya düşmüyor ve muhtemel bir suale çok alimâne ve insafla cevap veriyor.
Mustafa kardeşim, bazı arkadaşların bu videoyu dinledikten sonra, sorabilecekleri "Neden mealci cemaatine takılıyor, onları tenkit ediyorsun da diğer tarikat ve cemaatleri tenkit etmiyorsun?" muhtemel suallerine çok kısa, "Çünkü mealcileri yakından tanıyorum, diğer tarikat ve cemaatler ise dışarıdan tanıyorum" cevabını veriyor. Ne kadar munsifâne ve arifâne bir cevap. Keşke bu hassasiyeti ve dikkati, bu cemaatler ve tarikatlerin içindeki bütün kardeşlerimiz ve onları dışarıdan tanıyan herkes gösterebilse, gösterebilseydik.
Adam koskoca profesör emeklisi. Ömründe bir defa bir sohbete katılmış. Hiçbir kitabı okumamış. Sadece bu sohbetteki bir nokta tüm gözünü, aklını, insaf ve basiretini bağlamış. Nokta da şu: Kitap okuyan arkadaşımız, yeri geldiğinde Said Nursi'nin ismini birkaç defa zikretmiş de Peygamber Efendimizin ismini hiç zikretmemiş. Said Nursi bir peygamber havarisi ve aşığı. Yani Peygamber Efendimizin (ASM) has bir bendesi, talebesi; Onun yolunun tozu ve hadimi. Talebenin meziyeti ya da bahsi, kimin hesabına geçer? Elbette onun feyiz ve bereket aldığı mualliminin. Bu, diğer talebeler için de geçerli. Biz bir konuda İmam-ı Gazali ve İmam-ı Rabbani ya da İmam-ı Azam şöyle buyuruyor ya da böyle meziyeti vardır derken, (haşa) Hazret-i Peygamberi ikinci sıraya mı atmış oluyoruz? Hayır. (haşa). Onlardaki tüm meziyet ve güzellikler Üstad-ı Azam, Rehber-i Ekmel olan Resul-ü Ekrem Aleyhisselatu Vesselamdan geliyor zaten. Onlara olan övgü, doğrudan onların muallimi Peygamber-i Zişana gidiyor elbette. Bundan şüphe ya da azıcık tereddüt, insanın imanına bile mal olabilir. Normal bir akıl, aksini düşünemez ve iddia da edemez.
İşte Mustafa Bektaş hocamızın işaret ettiği gibi, bütünü görmeyen, bilmeyen insan, dışarıdan bir parçaya ya da bir kişinin yanlışına bakınca, zâlimâne hüküm verebiliyor. Aynı şey ilham, işârât, cifir ve ebced meselelerinde de yaşanıyor. Adam bütünden parçaları almakla kalmıyor. Kendi eksik bazen de yanlış yorumlarını da katıp videolar hazırlıyor. Bazılarını dinledim. Hatta bütünü gören ve az buçuk bilen biri olarak, bu tip iftiravâri şeylerden gerçekten midem bulandı.
Cemaatler ve tarikatlar fıtrata cevaptır aslında. Asıl hata, bu hizmet birimlerinin kendilerini tek gerçek ve merkezde görüp diğerlerini tenkide yeltenmeleridir. Said Nursi'nin "Elim ve feci ve ehl-i hamiyeti ağlattıracak hadisey-i müthişe" olarak gördüğü bu meseleyi, hâkîmâne şekilde ele alıp çareler sunduğu, büyük müfessir Konyalı Vehbi Efendi'nin bile "Çok tereddütlerimi izale etti" dediği 20.Lem'a'nın bütün bu yapılar tarafından okunup oradaki ölçülerin tatbik edilmesi elzem.
Esas olan şu: "Dinî cemaatler, maksatta ittihat etmelidir, meslek ve meşrebde (hizmet tarzlarında) İttihat (bir olmak) mümkün olmadığı gibi, caiz de değildir." Aynı maksada, farklı tarz ve yollarla gidilemez mi? Fıtratlar aynı değil ki. O zaman, dinî cemaatler, fıtrata da cevap veriyor. Herkes tek tip elbise giyemediği, tek bir dersi alamadığı gibi, farklı meslek ve meşrepler olacaktır elbette. Tek tipleşme ne getirir? Taklit yolunu açar. "Neme lazım, başkası düşünsün" sözünü söyletir.
Gerçekten de öyle oluyor. Dertli olmak, hamiyeti bir noktaya teksif edip hizmete koşmak, bir Diyanet görevlisi olmanın ötesinde bir meziyet. Ayrı bir gayreti, şuur uyanıklığını gerektiriyor. İşte cemaatler bu noktada önemli bir misyonu da yerine getirmektedirler.
Mustafa Bektaş Hocamız "Meal okuyun fakat mealci olmayın" tavsiyesinde de bulunuyor. Ne kadar isabetli bir tavsiye. Bunu, kendi meal okuma dönemlerindeki yaşadığı hayal kırıklıklarıyla örneklendirdiği gibi, şahit olduğu mühtedilerin (dine yeni girenlerin) çoğunun meal okuyarak değil, karşılaştığı Müslümanların hâl lisanlarından etkilenerek Müslüman olduklarını da naklediyor. Bu nakil, geçen asrın başlarında Bediüzzaman'ın yaptığı "Eğer biz doğru İslamiyeti ve İslamiyet'e layık doğruluğu ve istikameti göstersek, diğer dinlerin tâbileri fevc fevc (dalga dalga) İslam'a dâhil olacaklar" tespitinde ne kadar isabetli ve haklı olduğunu gösteriyor. Mesele dönüp dolaşıyor, lisân-ı hale ve bunun önemine geliyor. Hz. Peygamberin ilk mucizesi ve insanlara kendini anlatmada kullandığı ilk malzeme de Onun "el Emin" lakabıyla anılması, yani hâl lisanı değil miydi?
Daha genç yaşlarında hocalarının tavsiyesi ve yine onların tâbiriyle "uydurulmuş dini" değil, "indirilmiş dini" öğrenmesi için, Kur'an meallerine ve Seyyid Kutub'un tefsirine yönelmiş Mustafa Bektaş kardeşim. Fakat hafız olmasına rağmen, Kur'an'la ilgili, evinde ve kendi hayal dünyasındaki kutsî imaj ve büyü bozulmuş. Manevî atmosferi paramparça olmuş. Fakat dışlanırım korkusu, iç âlemini kimseye açmasına da engel olmuş.
Bütün bu yaşadıkları, bugün itibariyle şu tespite ulaştırmış onu: "Deizm propagandası yapan mealciler var. Güya sahih İslam, meal bilinse; kimse deist olmaz, diyorlar. Ama deistler de onlardan çıkıyor. Meal bir fotoğraftır, tefsir daha geniş bir fotoğraftır. Kur'an'ın videosu da var. O da Hazreti Peygamber, sahabeler ve kocaman İslam medeniyetidir. Bunları ıskalayarak, meal ve tefsirden yola çıkarak, sağlam bir İslam pratiği ortaya koyamazsınız." Bu isabetli tespitlere canı gönülden katılıyorum. Ağzına sağlık değerli hocam.
Mustafa Hocamızın tefsirlerle ve meallerle tanışması ve bunun üzerindeki ilk etkileri, bana bu âcizin İslam'la tanıştığı ilk yıllarını hatırlattı. İnsanı, Mustafa Hocamızın yukarıdaki tespitlerine götüren tecrübeler olması bakımından, bir iki cümle ile özetleyeceğim. Daha lise ikinci sınıfta, ne meal ne de tefsirle tanışmıştık. Fakat bizden bir dönem sonra gelen, hemşehrim de olan Fahrettin bizi yakalamış, sualler soruyordu. Fahrettin kardeşimiz kendi ifadesiyle "Meal okuyarak Maocu olan" birisiydi. Arkadaşlarıyla kendi aralarında okudukları meallerden, sorularına cevaplar aramışlar, fakat kısa meallerde bu cevapları bulamadıkları gibi, başka şüphelere de düşmüşler, o zamanki modayla Maocu olmuşlardı.
Fahrettin'in tevhid'ten tut, kader konusuna; şeytanın yaratılması, yani kötülük probleminden tut haşrin ispatına; yaratılış gayesinden tut Kur'an'ın mucizeliğine kadar çokça soruları karşısında bir cevap veremiyordum. Anadolu'dan gelmiştik. Kur'an ve atmosferinden haberimiz yoktu belki. Ama namazla, kitapla tanışmış; daha çok muamelatla, hukukla, tatbikatla ilgili kitaplar almıştık. İslam'da Sosyal Adalet, İslam'da Kavramlar, Ey Oğul, İslam'da Kadın gibi irili ufaklı iki yüzden fazla kitabımız da olmuştu. Ama hiçbirinde bu suallerin cevapları yoktu. Meselâ bu fakire sorduğu "Senin kaderinde dindar yazıldığı için böyle olmuşsun; benim de Maocu yazıldığı için böyle olmuşum, kaderimiz değişmez ki?" sorusu ile "Şeytan olmasaydı, herkes iyiliği tercih etseydi, niye şeytan var?" suallerini hiç unutamam. "Kardeşim, bendeki kitaplarda bu suallerin cevabını bulamadım. Bunların mutlaka cevabı vardır, ama ben bilmiyorum." diye mukabele edebiliyordum sadece.
Sonunda çok bunaldım ve arkadaşımı Rize Müftülüğüne götürdüm. Müftü yardımcısı merhum Necati Hoca'ya bu soruları tevcih ettik. O da biraz da mahalli şiveyle "Uşağum, bunlar kolay. Ahmet Hamdi Akseki'nin İslam Dini kitabını alın, hepsinin cevapları var." diye bizi kitapçıya gönderdi. Heyecanlandım ve gidip hemen o kitabı İslam Kitabevinden aldım. Fakat bir çeşit ilmihal kitabı olan mezkûr kitapta, bu suallerin cevabını bulamamıştık. Arayış ve samimi dualarımız kabul oldu ki birkaç ay içerisinde, bu suallerin ve yine birlikte derlediğimiz iki yüzden fazla sualin de cevaplarını bulabildiğim Risale-i Nur sohbetlerini ve külliyatını yine bir lise öğrencisi sayesinde tanıdık. Bu, bizim için önemli bir dönüm noktası olmuştu. Mustafa Hocamız diğer tefsirlerle, biz ise Nurlarla tanışmıştık.
Risale-i Nurlar, daha çok Kur'an bütünlüğü içinde özellikle âyetlerin hakikatinin ispatını, doğruluğunu; evrensel ve asrımız insanın ihtiyaç ve suallerine bakan yönlerini ispat ve izaha yönelikti ve tam bize göre idi. Yani bu eser külliyatını okuduğumuzda hem suallerimizin cevaplarını buluyor hem Kur'an'ın manevi atmosferine aklını katarak giriyor hem de Peygamber Efendimizin sünnetinin takipçisi oluyordun. Kur'an metninin gramatik tahlilleri onda az bulunuyordu belki ama akıl ve kalp birlikteliği sağlaması, cazip geliyordu.
Böylece Fahrettin'in bazı soruları, atmacanın serçeye musallatı gibi, bizim daha çok uçmamıza, belki ömür boyu karşılaşacağımız manevi tehlikelere karşı bir hazırlığa, bir idmana vesile olmuştu. Şimdi ahirette olan bu kardeşime rahmet diliyorum.
Yani Nurlar sayesinde, Mustafa Bektaş Hocamızın yaşadığı hayal kırıklarını yaşamamıştık. Öyle bir halet-i ruhiye yaşasaydık, belki de Mustafa Hoca gibi metin olamaz, kim bilir hangi vadilere savrulurduk.
İslam'ın derdi ile dertlenmek, önce onları tespitle başlamayı gerektiriyor. "Temel sorunlarımız vardır ama her dinin vardır." diyor Mustafa Bektaş Hocamız. Zira insanın olduğu yerde, sorun bitmez. Kendimizi olduğu gibi görmek, işin başı herhalde.
Evet dostlar, hocamızın mesajının özeti, yola meal ve tefsirlerden çıksak bile, kocaman ve parlak İslam medeniyetini, İslam'ın sahabe ve parlak dönemlerindeki pratiğini ihmal etmeden yapmalıyız bunu. Yoksa Kur'an'ın mesajını ya eksik ya da yanlış anlayıp iç çatışmaları yaşayabiliriz. Bu âciz de bunlara katılmakla birlikte, işe önce itikadî noktaları takviyeden, Kur'an'ın dört maksadı olan "tevhit, nübüvvet, haşir, ibadet ve adaletin" ruhunu, hakikatini kavramaktan başlayalım, derim. Bilmem Mustafa kardeşim ve siz ne dersiniz? Bu vesileyle Mustafa Hocamızın hizmetlerinde başarılar ve devamını dilerim.
Selam ve dua ile.