Iğdır Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Felsefe Bölümünde, Mantık Ana Bilim Dalında Doçent Ahmet Kavlak Hocamızın, Erzurum'da "İrfan Okulu" kurucusu Prof. Halim Ulaş Hocamızın moderatörlüğünde katıldığı sohbetlerden istifade etmeye çalışıyorum. Ahmet Hocamız, çok önemli tespitlerde bulunuyor. Bunlardan ikisi, çok dikkatimizi çekmişti.
Birincisi, felsefede kavram meselesi. Daha yakında deneylediğim için, önce ondan başlamak istiyorum. Ahmet Kavlak Bey diyor ki "Felsefenin kavramlar çöplüğü var ki evlere şenlik. Felsefe, cevap veremediği insanlık soruları (Ben neyim, nereden geliyorum, nereye gidiyorum, ölüm nedir, hayat nasıl başlamıştır gibi sorular) için, kavramlar uydurup 'Ben bunlara cevap veremiyorum, bu kavramlarla idare edin' demenin adıdır."
Gerçekten öyle. Agnosluk mesela. Özür dilerim ama ben bu kavramı yakın zamana kadar bilmiyordum. Biri, ben agnosum deyince, bir araştırayım, dedim. Bilinmezlikmiş meğer. Nasıl yani? Şu kâinatın, içindeki sanat harikası mucizelerin bir ustasının olduğu, olabilirmiş de olamazmış da. Bilinemezmiş yani. Bu arkadaşa dedim ki "Bu nasıl bir varsayım arkadaş? Böyle bir şey, basit bir resim için dahi söylenemezken, kâinat için söylenebilir mi?" Mesela, bir harf, bir kitap, basit bir heykel var. Bunları yazanının, yapanının olup olmadığını bilemez miyiz yani? Bunlar için bilinemez diyebilir miyiz, arkadaş? Yok diyemeyiz. Bunlar için diyemeyiz de "aklında şuur, yüzünde gözü bulunan" bir normal insan, "Bir cihetten bakarsan gayet ikramlarla donatılmış bir ziyafetgâh ve misafirhane, diğer cihetten bakarsan, gayet sanatkârâne bir teşhirgâh ve sonsuz büyüklükteki gök seması, nuranî yıldızlarla donatılmış olan şu kâinat ve bunun en değerli misafiri olan insan için" ustasız, başıboş, gayesiz diyebilir miyiz?" Bunların bir sahibinin olduğunu bilemeyiz ne demek? Bir sarhoşluk hâli olsa gerek.
Adam küfrünü, lâkaytlığını, mükellefiyetten kaçışını, bunlar gibi içi boş birtakım terimlere yükleyerek rahatlamaya, aklını uyuşturmaya çalışıyor.
Yine geçenlerde, güya ilâhiyat da okumuş biriyle yazışıyordum. Felsefî konuda epey uzmanlaşmış ve terimler çöplüğünde boğulmuş bir arkadaş. Bu arkadaşın bana okumayı tavsiye ettiği yazısını okudum. Yüzüm kızardı, dilimi yuttum gerçekten. Otantik düşünüyormuş, 'antropik kâinat' (bir türlü çözemedim bunu) teorisine yakınmış. "Sonuşmaz(!) bir proses geçirmiş, transandent kontinum plenumu" denen bir şeye de sakın tanrı demiyormuş." Çözebilirsen çöz. Ama bu noktaya üç metamorfoz geçirerek gelmiş. Önce, geleneksel Müslümanlıktan, Kur'an Müslümanlığına geçmiş. Oradan da bu hâle düşmüş.
Müslümanlığın gelenekselliği, Kur'ansallığı mı olurmuş? Bunu bir türlü anlamıyorum. Kur'an'ı ve sünneti esas alan bir Müslümanlık vardır ve bunun da en doğru şeklini Ehl-i Sünnet âlimleri izah etmişler; esaslarını ortaya koyarak, bu yolu, geniş ve umumî hâle getirmişler. Diğer bazı indî ve şaz izah ve yorumlar geçmişte oldu, bugün de olabilir. Ama bunların, bu büyük ve umumî cadde ve doğru İslamiyet'e zarar vermemesi ve bizi şaşırtmaması lazım.
Bazıları sönük akılları, cahilâne hükümleri ve ihatasız ilimleri, bir iki âyete takılan, bütünü göremeyen yorumlarıyla, mızraklarına Hariciler gibi Kur'an sayfalarını da takarak, güya Kur'an Müslümanlığına geçtik, diyorlar. İşin içinden çıkamayıp felsefe bataklığına düşenler de var bunlardan. Bazılarının böyle hazin sonlarını da görüyoruz maalesef.
Risale-i Nurların güzel izahlarının değerini, bu tip insanların hazin hallerini görünce, daha iyi anlıyorum ve anlamak lazım gerçekten. Diğer tefsirleri az da olsa gözden geçiriyorum. Ama Risale-i Nur gibi, insanı sıfırdan alıp önce onun imanını inşa edecek, ona "tûba-i cennetin meyveleri gibi tatlı ve güzel olan iman ve İslamiyetin meyvelerini ve neticelerini" gösterecek, onun insanlık suallerine cevap verecek, ona yaratılış gayesini talim edecek, neticede onu nihayetsiz bir iz'an ve kuvvet-i iman noktasına çıkaracak bir eser külliyatı göremedim şimdiye kadar. Belki vardır ama bu âciz bilemiyor. Çok kıymetli eserler var elbette. Ama hepsi, bir seviye ve hazır imanın üzerine bir şeyler inşa ediyorlar. Halbuki şimdi 7'den 70'e çoğu insanın iman esaslarında sıkıntısı var.
Yakın zamanda ilâhiyat öğrencileri, hocaları ve hafızların olduğu bir genç grupla birlikte olduk. Hangi bahsi okursan oku, ilaç gibi geliyor; ilgiyle dinliyorlar. Hatta hafız bir genç, yıllarca kafasında bir ur gibi duran imanî bahisleri, özellikle de kadere iman konusunu, şimdi çözdüğünü ifade etti. Başka bir lisede, bu hakikatleri bir saat kadar dinleyen bir öğretmen arkadaş, "Aklım ve hayatımda inkılâplara ve önemli kararlar almama vesile oldu." demişti. Başka bir okulda bir öğrenci ise, Altıncı Sözün dramatize edilerek anlatıldığı bir sohbetten sonra, bu âcize sarılarak "Bu anlattıklarınızı, akşam anneme ve babama anlatacağım." demişti. Bunun çeşitli zaman ve zeminlerde çok örnekleri yaşanıyor.
Daha yeni, bir esnaf hem de dindar sayılabilecek bir arkadaşa uğramıştık. Bir vesile bulup "Bir iğne ustasız, bir harf kâtipsiz, bir köy muhtarsız olmaz. Nasıl olur da şu muhteşem kâinat ustasız olur?" cümlesini, bazı örneklerle anlattığımda, bayağı heyecanlandı ve cümleyi birkaç defa tekrar ettirdi. Bize, alıştığımızdan dolayı basit gibi gelen bir hakikat, bir başkası için çok önemli olabiliyor. Her ehl-i imanın, böyle kısa da olsa, imanını delillendirebileceği cümlelere ihtiyacı var.
Besmelenin hakikatinin okunduğu Birinci Sözü hem de ehl-i ilim birisi ise, besmeleyi daha yeni öğrendiğini ifade ederek bu hakikatlerin kendisine geç ulaştırılmasından dolayı, sitem bile etmişti.
Bizim hâlimizi, Şair Hayali beş beyitlik meşhur gazelinin:
"Cihân-ârâ cihân içindedir ârâyı bilmezler
O mâhîler ki deryâ içredir deryâyı bilmezler" şeklindeki birinci beytinde çok güzel izah ediyor.
Ne ezelî güzele işaret eden güzelliklerin ne de asrı kucaklayan reçete mahiyetindeki Nurların lâyıkıyla farkındayız.
Ahmet Hocamızın üzerinde durduğu ikinci ve önemli husus ise, hayatın nasıl ortaya çıktığı meselesi. Ahmet Bey, cansız elementlerin çeşitli oranlarda bir araya gelmesiyle hayatlı bir varlığa dönmesinin nasıl olduğunu sorguluyor. Bunun maddî planda izahının olmadığını anlatmaya çalışıyor. İlk hayatın ortaya çıkışı ise zaten muamma. Güya bilimsel diye anlattıklarının hepsi, tahminlerden ibaret olduğu gibi, bunlar insanı iknadan uzak, laboratuvar ortamında ispatlanmamış faraziyeler. Yani bir ruh ve ruhun sahibini kabul etmemek adına, uydurulan akıl dışı hikâyelere, bilim sosu da katılarak, zihinler iğdiş edilmekte. Adam, bilimsel alanda en son bilgilerin olduğu sitemiz var, diye yeri göğü inletiyor. Hayatın ve bir milyondan fazla türlerin menşei olarak, 370 milyar yıl önce güya ortaya çıkan 'tiltatik' ismini verdikleri bir canlıyı gösteriyor. Bunu ciddi bir şekilde de yüzü kızarmadan anlatıyor. Bir başkası ise, başka hikaye ve faraziyeler anlatıyor. "İlk hayat, başka gezegenlerden gelemez mi?" sorusunu soran bir gazeteciye başka bir şaşkın da "Bu olmaz, oraya nereden geldi diye sorarlar o zaman?" diye cevap veriyor. Bunlar, kelli felli adamlar.
"Kâinatın cemal ve kemâli, mevcudatın kâşifi ve Cenab-ı Allah'ın en parlak mucize-i sanatı ve harika-i hikmeti, cilve-i âzâmı, nakş-ı ekmeli, sanat-ı ecmeli olan hayatı" tesadüflere, basit elementlere, çeşitli hareketlere bağlamak, onlardan zannetmek mümkün mü? Gerçekten şu âlemden hayatı çıkar, bakalım geriye karanlıktan başka ne kalır? Kâinatı daha da güzelleştiren ve kâinata anlam ve mükemmellik katan bir hakikat hayat. Bunların içinde de elbette insan hayatı daha biricik ve müstesna. Böyle bir harika sanata, güzelliğe, nakışa, kemâle maddenin eli yetişemez. Kâinat bütün unsurlarıyla kimin ise, "şu kainatın en önemli gayesi, hem en büyük neticesi, hem en parlak meyvesi, hem mevcudatı kendine hizmet ettiren, nazenin, nazlı, nazik bir cilve-i rahmet-i Rahmaniye olan hayat" da O'nundur.
Hani, Yunus Aleyhisselam'ın kıssasında anlatılır ya. Yunus Aleyhisselam balığın karnında, denizde, gecede olması hasebiyle sebepler bil külliye tamamen sukut etmiştir. Onu ancak denize, balığa, ve geceye hükmeden bir Zât kurtarabilirdi. Aynen öyle de hayatın yaratılmasında da sebepler tamamen susuyor. Bunu, kâmil mânadaki insan hayatının yaratılmasında, daha bariz görüyoruz. Hayatın iki yüzü, yani mülk (bize bakan yönü) ve melekût (Allah'a bakan yönü) vecihleri parlaktır. Onun için, hayat perdesiz, doğrudan doğruya Dest-i Kudret-i Rabbaniye'den çıktığı âşikâr olan müstesna bir varlıktır, mahlûktur. Beşerin kısa ve noksan aklı, bu kadar çokça yaratılan hayatın menşeini (başlangıcını) hakikatini, (nasıllığını) yaratılış gayesini ancak bu hayatı bir maksat için yaratan Zat-ı Zülcelâle ulaşmakla çözebilir, anlayabilir.
Yoksa felsefenin bu yolda bulduğu, birbirinden kopuk ve uzak faraziyeleri kavram çöplüğünü kabartmaktan başka bir şeye yaramayacak. Yani bu hâliyle felsefe, hayatın menşei ve maksadı konusunda sınıfta kalmış; bu inatlı gidişiyle sınıfı geçeceğe de benzemiyor.
Evet dostlar, hayat ne Shakespeare'in dediği gibi "gariban bir aktör" ne de bir nasipsiz aktörün beyanı gibi "bize mutlu olma şansı vermeyen sevgilidir." Belki hayat, ebedî devam edecek olan uzun bir yolculuğa tedârikimizi yapmak için bize bir defalığına verilen bir göz ağrımız, nazik ve nazenin bir yanımızdır. Aman küstürmeye, unutmaya, hoyratça kullanmaya gelmez. Dikkat edelim.
Selam ve dua ile.