Nurları tanıdıktan sonra, hızlı ve yoğun bir okuma dönemimiz olmuştu. Gece bölümünde okuduğumuzdan, gündüzleri hep okuyarak geçirmeye çalışırdık. Hatta harçlık için, Trabzon'un efsane hizmet insanı rahmetli Mehmet Raşit Zil Âbinin el arabasında çalışırdık. Arabanın başında hem okur hem de satış yapardık.
Bazı müşteriler ile atıştığımız ya da konuştuğumuz olurdu. Beni gıyabımda Raşit Âbi zanneden ve bizim yanımıza uğrayanlara: "Aman, onunla konuşmayın, onun cazibesine kapılırsınız." diye tembih bile eden bazılarının olduğunu da sonradan öğreniyorduk. Raşit Âbinin Nurlar sayesinde, ilkokul mezunu bile olmamasına rağmen, öyle bir cazibesi vardı yani.
İşte, gerek kaldığımız dershanede gerek de el arabasının başında, ilk okuduğumuz bazı kısımları hiç unutamam. Bazılarının ise, okuma hatıraları olurdu ki bunlar bizde daha derin izler bırakırdı.
O dönem bugünkü gibi, telefon imkânları veya mevzulara, kelimelere kolay ulaşma yolları yoktu. Çoğu, okuma yazma, fihrist yapma yoluyla mevzuları aklımızda tutmaya, bir araya getirmeye çalışıyorduk. Böyle, birçok fihristimiz olmuştu mesela. O dönemden kalma olacak ki elimde kalem olmadan kitap okuyamıyorum. Hani, Zübeyir Âbinin onu tedavi etmeye çalışan Doktor Mehmet Akay'a "Kardeşim Mehmet Akay, Nurları çok okumak ve neşretmek, bende bir kara sevda olmuş. Bir fikr-i sabit hâline gelmiş.Buna deva olacak bir ilaç var mı sende?" dediği gibi, bizde de elimizde kalem olmadan okuyamamak, bir fikr-i sabit olmuş. Kalemi elime almazsam, boşlukta hissediyorum kendimi.
Buradan, nereye geleceğim? O dönemde, bir okumamızda 32. Söz'de geçen "hayretinden parmağını ısırmak" deyimi çok dikkatimizi çekmişti. Çünkü bu tip deyimler Nurlarda pek geçmiyordu. Yine arkadaşlar arasında "Şu kelime nerede, bu kelime hangi eserde geçiyor?" şeklinde takılmalarımız olurdu. Bu fakir de bu deyimi epeyce irdelemiş ve kolayca bulunamaz, buna ulaşmak için de çok kitap okumaya vesile olur, beklentisiyle birçok yerde mevzu etmiştik. Fakat daha önemlisi bu deyimi, geçtiği yerlerle birlikte okumak, daha başka bir hayrete, tefekküre vesile oluyordu. Birlikte okuyalım isterseniz:
Cenab-ı Allah, "zemini ve zeminin içindeki bütün zihayatı ve bilhassa insanın başını öyle bir fonograf-ı Rabbani ve bir musika-i İlâhi tarzında yapmış ki hikmet-i beşer, o sanat karşısında hayretinden parmağını ısırıyor."
Üstadın parmağını ısırmasını istediği beşer, bugün hayretini kaybetmiş olmalı ki maalesef bu fonograf-ı Rabbani ve ve musika-i İlâhi olan insan başı, kafası karşısında parmağını ısırmıyor, ısıramıyor. Isırmak aklıma bile gelmiyor. Sanki beşer, hayret kelimesini lügatinden silmiş. O kadar uzaklaşmış kelimeden. Ama Kur'an, bizi binlerce âyetiyle hayrete çağırıyor. Bir hayret de "Ona iki göz, bir dil, iki dudak vermedik mi?" mealindeki Beled Suresinin 8. ve 9. Âyetlerindeki hatırlatmalara gerekmez mi? Kâinat mescid-i kebirinde, kâinatı bize okuyan Kur'an, bu mescid-i kebirin özeti, aziz misafiri olan insanı da bize anlatıyor. Âyetin "Ve ona iki yol göstermedik mi?" mealindeki devamı, ona verilen "iki göz, bir dil ve iki dudağa" istikameti göstermesi bakımından daha da önemli.
Evet, kafa bir fonograf, bir musiki âleti gibi; ses mucizesinin çıkış noktası da iki dudakla şekillenmiş. Fakat akciğerden gelen havanın titreştirdiği iki ses telinden gelen bu gürültünün konuşma diline dönmesi, yani hayatdâr bir keyfiyet kazanması da ancak dudağa eşlik eden yüzde bulunan ağız, diş, burun sayesinde olabiliyor.
Başta insan, tüm türlerin ilkinden sonuncusuna kadar, ses çıkaran tüm canlıların ses telleri farklı. Bu sayede sesler de farklı. Dünyanın bir köşesinden telefon açan arkadaşını, hafızanda arşivlediğin sesinin tonundan tanıdığın gibi; mesela bir arslan ya da tilki de arkadaşını sesinden ayırt edebiliyor. Cenab-ı Allah, Rum Suresinde nazarları semavat ve arzın yaratılışından hemen sonra, ses ve simadaki sanat inceliklerine, renk farklılıklarına çeviriyor.
Sesler farklı olduğu gibi, renkler de farklı. Yani her bir canlı farklı boyayla boyanmış. Hani anlatırlar, siyahîlerin çoğunlukta olduğu bir toplulukta,onlara dikkatle bakan birini, bir siyahî kardeşimiz: "Niye böyle bakıyorsun, boyayı mı, boyacıyı mı beğenmedin?" şeklinde uyarıyor ya. Ayn-ı hakikat bir ikaz.Âyet buyuruyor ya:"Allah'ın boyasından daha güzel boyası olan kimdir?"
Hitap çiçeğine daha yeni geldik.
"İnsandaki sıbgatı (boyası) nakş-ı hikmeti (güzel ve anlamlı nakışı) hitap çiçeği açtı."
Bu cümleyi mütalaayı, tefekkürü bitiremem bir türlü.
Üstad, yani bağlacı ile bu cümleyi açıyor ve daha ileri götürüyor. "Yani, o sanat o derece manidâr ve hassas ve güzeldir ki o makine-i zihayattaki cihazatı, fonograf gibi nutka geldi, söylettirdi." İnsan öyle bir sanat tasarımı ki bu sanatın konuşması gerekiyordu. Konuşma kabiliyeti olmasaydı, yani ona hitap özelliği bir çiçek gibi kafasına takılmasaydı, bu insan sanatı eksik kalırdı. İnsan böyle hassas bir tasarım harikası.
Evet dostlar, bu maddî kafada, asırları delecek güçteki beyan ve hitap özelliği, hâlâ çözülememiş ve beşer nazarında gaybî kalmaya devam etmektedir. Sesi, konuşmayı tarif ve tanım cümleleri, böyle bir sanatı izahtan epeyce uzak kalıyor. Hayretini de kaybeden bu son asır, bu sanat karşısında vakit bulup da hayretini de ifade edemeyecek maalesef. Bizim gibi cılız ve yetersiz sesler de belki işi, daha da muğlaklaştırıyor.
Selam ve dua ile.