Yazılarımızı yazmak için tecrit ortamlarından ziyade hareketli zeminler ve tefekkürî vakitleri daha çok tercih ederiz. Okuduğumuz veya dinlediğimiz bir mevzunun tesiri altına girer; tefekkürümüzü yapar, kelime ve cümlelerin derinliğine dalarız. Bu durum, Kur'an okumalarında da böyle olur. Aklımıza yapışan bir âyet, bazen uzun süre bizi meşgul eder; yönlendirir ve düşündürür. Sonra da yazıya dökülür.
Mesela bu yazı, bir pazar gününün mutad sabah dersinde okuduğumuz "30.Lem'a'nın 3. Kısmı" olan "Hakem" isminin izahının yapıldığı harika bahsin tesiri altında yazıldı. Dersten sonra mağazaya geldim. Bir vesile ile denk geldiğim Aziz Nesin'in oğlu Matematik Hocası Ali Nesin'i dinledim. Arkadaşın, felsefenin dalâletiyle düştüğü fikir sefaletine bir yandan üzüldüm, bir yandan da onun boğulduğu aynı maddiyatta Allah'ın nurunu, kudret, ilim ve esma tezahürünü gösteren 30.Lem'a gibi bir metni mütalaa etmeyi bize nasip ettiği için, Rabbime şükrettim. Bu arkadaşın düştüğü fikir sefaletini bir sonraki yazımızda anlatmaya çalışacağız inşallah.
Yine dersten sonra dinlediğim Enam Suresinin "Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Muttakiler için ahiret yurdu daha hayırlıdır. Hâlâ akıl erdiremiyorsunuz" mealindeki 32.Âyetini özellikle de "ef'âle tâkilûn" (akıl erdiremiyorsunuz) kısmını unutmak, tefekkür etmemek mümkün mü? Bu âyete 17. Söz'ün başında yer verilmiş ve izah ediliyor.
Yine nurlarda birkaç yerde geçen Lokman Suresinin "Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın. O çok aldatıcı şeytan da Allah ile sizi aldatmasın" mealinde ki 33.Âyeti ise, kafamıza ara sıra tokmak gibi vurup bizi ikaz etsin, diye de görünür yerlere yazdığımız bir âyet.
"Dünya hayatının aldatıcı kısmı", insanın hevasatına bakan, gaflet perdesi olan, ehli dünyaya bakan kısmı elbette. Yoksa, ebedî hayatın tarlası, cennetin mezrası olan kısmıyla; Allah'ın isim ve sıfatlarını gösteren, onlara ayna olan, bir saat tefekkürü bir sene nafile ibadetten değerli olan kısmı değil.
Değerli dostum İstanbul Üsküdar'da DilRuba Restoran işletmecisi Said Ozadalı anlatmıştı. Bir Hindistan hizmet gezisinde, pırıl pırıl öğrencilerle dolu bir medreseye uğrarlar. Sınıfa, "Dünyayı seviyor musunuz?" diye sorar. Hep bir ağızdan mealen "Dünya fenadır, pistir. Onun için, sevmeyiz" cevabını verirler. Said abi, yukarıda anlattığımız "Dünyanın üç yüzü var" meselesini genişçe, Arapça olarak anlatır ve tekrar aynı soruyu sorar. Bu sefer, "Dünyayı seviyoruz, çünkü Allah'ın sanatıdır ve ahiretin tarlasıdır" derler. Medrese hocaları bile bu izahlar karşısında memnun olurlar ve takdirlerini ifade ederler.
Üstad, Münazarat'ta geri kalışımımızın sebeplerini sayarken, bu ayrımı bilmeyen ve Müslümanları dünyadan soğutan vaizlerimizin telkinatını da kaydeder.
Gerçekten dünyanın hevasata bakan yüzü değil de diğer iki yüzü olmazsa, yaşamanın da hayatın da bir anlamı yok ki. Hayatı gayri meşru heveslerinin tatmin aracı yapanlar, onu "Bir kitab-Semadâni, bir mezraa, bir ayineler mecmuası, bir ticaretgâh ve seyrangâh, hulâsa bir misafirhane" olarak değil de âyetin ifadesi ile bir oyun ve eğlence olarak görenleri, dünyanın süsleri ve geçici oyunları da tatmin etmiyor. Maddî medeniyeti bile, beyinlerini uyuşturma aracına çevirip dünyadan zevk aldığını zannedenler, 300 dolarlık saatle, 30 dolarlık saatin de aynı zamanı gösterdiğini anlayınca, hayatıyla yüzleşmeye çalışıyor ama çok geç oluyor.
"Size bir şeyler kazanması için, birilerini işe alabilirsiniz ama hastalığınızı taşıması için birini işe alamıyorsunuz." diyor meşhur bir iş adamı. Keza yine "Kaybettiğiniz maddî şeyler yerine konulabiliyor. Ama size bir defalığına verilen hayat kaybedilince, yeri dolmuyor." diye de ilave ediyor. Hayatın, zamanın değerini bilememe hususunda başta bu âciz olarak çoğumuz dertliyiz zannederim. Dünya, ahiretin mezrası (tarlası) diyoruz. Daha doğrusu bu hakikat, bir beyan-ı Peygamberi (ASM). Peki, tarla yan gelip yatma yeri midir? Kendi adıma ifade edeyim ki hayatı değerlendirme ve ahirete tarla yapma hususundaki hassasiyetimizi en azından muhafazası için, periyodik okumalar, güçlü ve derin tefekkürler yapmamız; hususen malayaniyattan uzak durmamız elzem. "Menhiyat, süfliyat (nefsani hevesler)ve maddiyattan" uzak durmak ve bu hassas yaz döneminde daha da ehemmiyetli.
Üstad, Mesnevi 10.Risale'de "Felsefenin dalâletiyle veya medeniyetin sefahatiyle sarhoş olanlar" diye bir tarif yapıyor. Ali Nesin'i dinledikten sonra, özellikle felsefede, fikirleriyle kendileri de dahil sadra şifa olamamış fikir sarhoşu insanları uyandırmanın daha zor olduğunu gördüm. Yine ayrıca Mesnevi Şemme'de geçen: "İman ile küfür arasındaki berzah (mesafe) ne kadar şeffaf ne kadar kesiftir." cümlesinin hakikatini hakkalyakîn müşahede ettim. Adam anlatılanları anlıyor, doğru olduğuna da kanaat getiriyor. Akıl için yol birdir, diyor. Fakat iş tasdike geldiğinde, "kibir, ilmî enaniyet,cehalet, görenek, masiyete dalma" gibi engeller, akıl gözünü kör ediyor ve çamura yatıyor.
Şunu da yakînen anladım ki, "Bir fennin veya bir sanatın medar-ı münakaşa olmuş bir meselesinde, o fennin ve o sanatın haricindeki adamlar, ne kadar büyük ve âlim ve sanatkâr da olsalar, sözleri onda geçmez, hükümleri hüccet olmaz; o fennin icmâ-i ülemâsına dahil sayılmazlar." Niye hüccet ve delil olmaz? Çünkü bu konunun cahili.Akıl da göze inince, basiret de kapanıyor zaten.Sanattan sanatkâra gitme, aklına gelmiyor arkadaşın. Allah'ı kabul zaruretini idrâk edemiyor. Bazen şöhret ve gurur, enaniyet ve kibir insanın idrâkini kilitler; vicdanını karartır, gözüne perde çeker. Çocuk bahanesi nevinden tirazlara sarılır insan. Belki kendi hariç, dünyayı keşfetmiştir. Binlerce ilim ve fenni de bilir. Fakat idrâkin yanında nefsi de tasdike kapalı olunca, ona gelen bütün hikmet ve nur karanlığa ve abesiyete döner. Varlığı sadece maddeye mahsus bilir. Manevî cephesini ve yaratılış hikmetini unutur. Bunları düşünmeyi kayda değer bulmaz. İfsadatın yuvası olan kalbi bir türlü kendini toparlamayaz olur. Bazen "başına indirilen darbeler ve yüzüne vurulan tokatlar" onun sarhoşluğunu kaldırır onu ayıltır. Fakat bu da uzun sürmez. "Ben de herkes gibiyim" gibi esassız tesellisine sarılır. Kendi varken güya yok zannettiği ölüm, kapısını çalınca, aklına gelen pişmanlık ve geriye hasret de artık bir işe yaramaz olur.
Evet dostlar, yukarıda saydığımız hâllerin birkısmı, mezkûr arkadaşı dinlerken bizzat test ettiğimiz şeylerdi.Bir sonraki yazımızda ibret ve hayretle dinlediğim bu kısa konuşmanın kodlarını okumaya çalışacağız inşallah.
Selam ve dua ile.