Trabzon'da işlek bir caddede küçük bir mağazamız var. Müşteri ile bazen muhatap da oluyoruz. Birkaç nazardan ve tetkikten sonra askıya çıkan bir üründe bile müşteri, bazen öyle kusurlar buluyor ki biz de şaşırıyoruz. Buna Muhâkemat'ta üstad, "yalnız ayıbı görmek şanından olan müşteri nazarı" diyor. Bu nazar, bazen "bahaneli çocukluk tabiatlı" olabildiği gibi, bazen de hakikate "bahaneli düşman seciyesi tavrıyla" müşteri oluyor.
Yine üstad, bu tip müşteri nazarlı olanlara "evham-ı müzlimeyi (karanlıklı vehimleri) tenvir ve def edebilmek" (onlardan kurtulmak için) bazı ikazlarda bulunuyor. Başta, insaflı ve müdakkik olarak dinle, diyor. Sonra, kelâm tamam olmadan itiraz etme, diye ekliyor.
Bunun tecrübesini çok yaşamış biriyiz. Eskiden, özellikle okul yıllarında birçok arkadaşla tartışır ve bir sonuca varamadan ayrılırdık mesela. Sonra bunu, aynı dönemde Trabzon'da bulunduğumuz, Erzurumlu Evliya Hüsnü abiye anlatmıştım. O da bizi "Başladığınız mevzuyu bitirmeden, diğerine geçme." diye ikaz etmişti. Buna dikkat edince, iyi neticeler almaya başlamıştık. Mesela kaderi soruyor, onu anlatırken daha bitmeden haşirle veya ahiretle ilgili tali bir sual daha soruyor. İlk mevzu, arada kaynamış oluyor. Buna dikkat lazım hakikaten. Yoksa konuşma kargaşaya dönüşebiliyor.
Bir önceki yazımızda "küfr-ü inadînin" Risalelerde sayılan birçok sebebine işaret etmiştik. Fakat yine Muhâkemat'ta inkârın sebeplerinden "kıyas-hâdi"ye de işaret ediliyor. Ne demek bu? Aldatıcı, yanıltıcı kıyas, yanıltıcı karşılaştırma.
Küfür bataklığında debelenenlerden, muhatap olduğumuz arkadaşlardan bir çoğunda bu aldatıcı ve yanlış kıyasla, ebedî karanlıkta kaldıklarını üzülerek gördük. Mesela bunlardan biri, Allah'ı yarattıklarıyla kıyaslayıp onu bir mahluk gibi tasavvur etmekten kaynaklanan bir ahmaklıkla bana: "Allah karşıma geçip benimle niye konuşmuyor?" diye divanece soruvermişti. Allah'ın bizimle hitap ve kitabı ile; peygamber ve sanatıyla konuştuğunu ise, binbir bahane ile kabul etmemişti. Başka biriyse, ilkokul müsamere çocuğu bahaneleri gibi gülünç şeyler ileri sürüyordu. Başka dip dalga biri de sanattan sanatkâra intikal edemiyor; akıl ve nakil krizi yaşıyordu.
Bazen, mü'minlere de musallat olan vacibi (ezelî olan zâtı) mümkine (yaratılmışlara,sonradan olanlara) aldatıcı kıyas vesvesesinin altında, vacibi, mümkini ve farklarını bilememe, anlayamama cehaleti yatıyor. Hâlbuki bütün eserleri ve mucizeleri "mikyas-ı azameti ve mizan-ı kemâlini" anlamak için, sadece bir pencere olabilen bir Zât-ı Ezeliyi ancak sıfatları ve haberdâr olabildiğimiz bazı isimleriyle bilebilir ve tanıyabiliriz.
"Hükm-i aklisi, ancak gördükleriyle sınırlı olan" bir akıl, kendi cinsinden olmayan bir Zât-ı Ezeliyi "Nasıldır, nerededir?" gibi sorularla tanıyamaz. Çünkü nasıldır sorusunu suret; nerededir sorusunu da mekân yakalar ve cevap olur. Onun için, her iki soru da fasittir ve esassızdır. Bu sualler ancak mekân ve şekil gibi sıfatlardan ayrı olamayan yaratılanlar için sorulabilir.
Fakat insanın bu tip sorulardan kendini kurtarması da zordur. Bundan kurtulmanın tek bir yolu var. O da yine Muhâkemat'ta "lazım-ı eamm'ın vücuduyla, melzum-u ehassın vücudunu intaca çalışan akîm, neticesiz bir kıyas" olarak anlatılan kıyasa girmemek. Bu kıyasa girenler, metre ile sonsuzu ölçmeye kalkanlar gibidir. Elindeki mahlûkata ait, Allah'ın sıfatlarına sadece işaret eden ölçücükleriyle, kendi cinsinden olmayan vacip bir zâtı anlamaya kalkmak, insanı hem gülünç yapar hem de çıkmaz sokağa götürür. Bu, haritadaki bir dağı, gerçek zannetmek gibi bir ahmaklıktır.
Bu girişten, yani altyapı izahından sonra, geçenki yazımızda söz ettiğimiz Ali Nesin'in konuşmasına geçebiliriz.
İnsan, cevheri itibariyle hakkı arıyor; bu, muhakkak. Yani insanların fikir yolculuğunda hedefi, hak ve hakikati bulmak. Fakat bazen istemeden veya haberi olmadan batıl eline düşebiliyor. Sathî, tebei (öylesine, üstünkörü) bakınca batıl da olsa bu, kabul de görüyor maalesef.
Hakikat arayışında bulunmuş ve belki de buna devam eden Matematik Profesörü Ali Nesin'in Caner Taslaman Hocayla olan konuşmasını içim sızlayarak dinledim.
Ali Nesin kaderin mahkûmu olduğumuz anlamında cümleler söyledi evvelâ. Gerçekten hidayetin Allah'tan olduğu hakikatini eksik ya da yanlış anlayıp kadercilik yapanlar olduğu gibi, dalâletini Allah'a izafe ederek işin içinden kolayca sıyrılacağını zannedenler de var. Hâlbuki hidayetin Allah'tan olduğu hakikati, hidayetin Allah tarafından yaratıldığının ifadesidir. Basit bir çiçeği Allah'tan bekleyen insan, ebedî saadetin medarı olan hidayeti elbette yine Allah'tan bekleyecektir. Yani sen dalâletin kapısını çalıyor, ısrarcı oluyorsan hidayete eremezsin. Tersi de öyle. Hulâsa, hidayeti (isteyene) yaratan Allah'tır. Ali Hoca, aklın kullanımındaki mesuliyetini ve dalâlete kaderin mahkûmu olarak değil, kendi isteğiyle düştüğünü sonunda anladı.
Caner Hoca soruyor:
-Hocam, siz bir ıssız adaya gitseniz. Adada kumun üzerinde "Merhaba Ali Nesin!" yazılı olduğunu görseniz, aklınıza ne gelir?
Nesin:
-Bu yazıyı akıllı olan biri yazdı, gelir.
Caner Hoca:
- O zaman kumun üzerinde sadece "Merhaba Ali Nesin!" yazısını yazan biri olur da seni yapan biri olmaz mı? (Mealen yazıyorum.)
Ali Hoca bu izaha katılıyor. Doğru diyorsun, diyor. Ve devam ediyor. "Kâinatta bir nizam var. İnsan da âciz ve zayıf bir yaratık. Bunu görüyor ve yaşıyoruz. Sonra ağzım, gözüm, kulağım tam yerinde. Olabilecek dünyanın en iyisinde yaşıyoruz. Ayrıca maddenin var oluşu şaşırtıcı. Madde ezelî olamaz. Yapısı buna müsait değil. (Ezelî bir şey değişime uğrayamaz çünkü.) Sonra toprak... Toprak, mucizevî bir şey. (Ah hocam, hangisi değil ki.) Bunlar olmuşlar, varlar, var edilmişler. Fakat bunların kim tarafından var edildiğini bilemeyiz. Yani Allah yarattı, diyemeyiz. Çünkü bilmiyoruz." Son cümlesi de şöyle: "En iyisi, maddeye tapmak. Toprak mucizevî bir şey olduğuna göre, ben toprağa tapıyorum."
Son cümle içinizi sızlattı değil mi? Zavallı maddeciler! Yeter ki Allah demeyelim, O'nu tasdik etmeyelim de toprak da olsa tapmaya razılar. Enaniyeti kamçılayan felsefe dalâletinin insanı getirdiği çıkmaza bakar mısınız? Artık bir tevâzu göstererek, maneviyata da bakamıyorlar. İdrâk kapanınca, "küçük bir mahluka, koca kâinatı musahhar edip imdadına gönderen, hikmet, inayet, ilim ve kudreti tazammun eden ve güneş kadar zahir olan rahmeti" de göremiyorlar. Birkısmı, materyalist olup toprağa, zerrelere, kör kuvvete; birkısmı, natüralist olup sadece intizama bizim birer ad olarak taktığımız, koyduğumuz kanunlara; birkısmı, determinist olup âciz ve basit sebeplere; birkısmı nihilist olup sadece bir zihnî egzersiz olabilecek sebeplere tapıyorlar.
Kâinat var deyip yaratıcı yok demek, suyu tersine akıtmak olacağından; Nesin Hoca bunu da diyemiyor. Sanatın sanatkâr icap edeceğini iki kere iki dört eder derecesinde katiyyetini kestiriyor. Kestiremediği, bu Sanatkârın sanat cinsinden olamayacağı. İnkârıyla O'nun yok olamayacağını da düşünemiyor. Aldatıcı kıyaslar, bazı beyinleri yakabiliyor demek ki. Doğru çalışan kalp ve vicdan iki pencere olarak Allah'ı gösterecektir. Yeter ki akla ve kalbe biraz kuvvet verilsin. Çünkü inkârcılığın elinde yokluğun sıfır delili vardır. Normal bir akıl ise, bunu görür ve çözer. İdeolojiyi de aşmak şart.İman, bir bilmece ve şans oyunu değil ki bir büyük zihin egzersizi istesin. Ancak tefekkür ve insaf yetiyor.
Evet dostlar, sonlu kâinata büyüklüğünden dolayı sonsuz diyen ve kavramakta zorlanan bir insan veya insan ürünü bilim, bunun sonsuz Yaratanını, Var edenini kavraması mümkün mü? Müşteri nazarı insafı da bırakınca idrâk kapanıyor ve ebedî karanlıkta kalıyor insan.
Selam ve dua ile.