İnsan, Kendi Hakikatine Bu Kadar Yabancılaşır Mı?

Habibi Nacar YILMAZ

Geçen, Ahmet Arslan adındaki felsefecinin bir konuşmasına denk geldim. "İnsan, kendi hakikatine bu kadar yabancılaşır mı?" dedirtecek cinsten olan bu konuşmaya, hem taacüp ettim hem onun adına utandım. Daha önce, Şahin Doğan'ın bir yazısından okuduğumu da hatırladığım bir cümlesi oldu bu, gevezelikten öte, sadra şifa bir şey söyleyemeyen arkadaşın. "Asıl din, felsefedir; vahye dayanan dinler ancak avamı tatmin eder" cümlesine bir bakar mısınız? Hiçbir konuda anlaşamayan felsefecileri bilen, tanıyan bir insan, felsefeyi din yerine koyan böyle bir cümleyi kurabilir mi? Ne dediğini kulağı işitmiyor denir, böyle insanlar için. Bir de kendi hakikat ve kâinata denk mahiyetinden habersiz, aynen şeytan gibi, kibri ile esfele yuvarlanmış, denir.

Başta insanın mahiyet ve vazifesi, varlık, ölüm, diriliş, hayat, yaratılış, hayatın gayesi, Allah'ın varlığı gibi hayatî konularda, hangi meseleyi net şekilde çözmüş ki felsefeye bir din denilsin arkadaş? İmam-ı Şafi'nin "Sadece Asr Suresi bile, dünyayı idare etmeye yeter" sözünden de haberi yok anlaşılan bu arkadaşın.Yani kendi cephesini tam bilmediği gibi, küçümseyici tavra girdiği koca dünyayı da bilmiyor, ciddi bir incelmeye girmemiş.

Bu felsefeci arkadaş, Auguste Comte'un, aşığı ve metresi Clotilde Vaux'ya duyduğu derin bağlılığın, onun ölümü üzerine ruhî maraz şeklinde dışarıya akseden, kadını uluhiyetin timsali olarak görmeye başlayan hezeyan ve zırvaları incelemek ve ezberlemekten vakit kalmamış herhalde; cuma namazının semtine de uğramadığından olacak ki imamın hutbeden sonra okuduğu Nahl Suresinin tek başına anayasa niteliğindeki 90. Âyetinden de hiç haberi olmamış. Ya mukaddes dini, bir felsefî sapkınlık zannediyor ya da felsefî gevezelikleri ezberlemekten dini incelmeye vakit bulamamış herhalde. Din deyince, İslam'ı da işin içine katmasından bunları anlıyoruz.

Yine de olsun. Yemek ve ekmeğini yediği bu toprakların insanına, Şehr-i Urfa'nın irfanına da hiç hürmet ve azıcık saygısı yok ki muazzam bir dini küçümseyerek böyle bir cümle kurabiliyor. İnsan, havasını teneffüs ettiği bir ülkenin kahır eksiyetinin dinini bu kadar küçümsemek küçüklüğüne düşer mi hiç? Düşülüyor demek. Hani, bir zamanlar İstanbul'un "mini mini valisi" olarak anılan bir bedbaht da "Halk plajlara akın etti, vatandaş denize giremiyor." buyurmuşlardı ya. Bu ve bu tipler de halkı ve dinini daha doğrusu halkın feraset ve isabetle kendini sabitlediği dinine mensubiyeti bir zül olarak görüyorlar. Bırak dini kabulü; küçük bir saygıyı da ondan esirgiyorlar. Boşlukta asalak kalmayı da bozulmamış yüzde onluk vicdanlarına sığdıramıyorlar. Felsefe diye bir din uydurup tarihte hiçbir konuda anlaşamamış felsefecileri de kendilerine peygamber olarak kabul ediyorlar. Zaten Auguste Comte de son döneminde kendine peygamber bile demişmiş. Bunlara da böyle bir bunak, peygamber olarak çok yakışır herhalde.

Vahi ve esassız fikirleriyle akılları çıkmazlara, taşlara çalmış; kendi çaresizliklerine de bir çare üretemediklerinden, çoğu hazin bir şekilde hayatına son vermiş; şan ve şöhretleri de geçici bir görünürlükten başka kendilerine bir fayda sağlamamış bazı felsefe aparatları, maalesef bugünlerde parıltılı paketlerle sunulmaya çalışılıyor. Geçenlerde, kendisine "filodok" adı takıp felsefe oyunları yaparak sosyal medyada boy göstermeye çalışan bir başka aparatı dinliyorum. Güya Ahmet Kavlak hocaya cevap veriyor. Fakat felsefî cambazlıklar ile malûl her bir cümlesi, cılız ve bir o kadar da esassız. Emzikli çocuk misali; plastikten yapılmış, beş para etmeyen cümlelerle aklını bastırmaya, kendini kandırmaya çalışıyor. Bir de karşısına başka bir zavallıyı almış ki evlere şenlik. Dinler tarihi güya, insanın nereden geldiğini, dünyada işinin ne olduğunu, ölünce nereye gideceğini araştırıyormuş. Bundan rahatsız olmuş arkadaş. Buna ne gerek varmış ve bunun ne önemi varmış. Zaten insan, ölüp gidecekmiş, bu soruları sormanın bir anlamı olur muymuş?

Mezarlıktan geçerken ıslık çalmak da buna derler herhalde. İnsanın "Nereden, niçin ve kim tarafından bu dünyaya getirildim ve nereye gidiyorum?" sorularını dinler tarihi mi sorup araştırır arkadaş? Dinler tarihi değil, dinin kendisi zaten bu soruların cevabı için var. Bu mühim ve hayatî üç sorunun, güya dinler tarihini ilgilendirdiğini, insan olarak bizi ilgilendirmediğini, bunlara cevap aramanın da boş işler olduğunu demeye getiriyor arkadaş. Ama arka fonda, kokuşmuş da olsa vicdan ve akıl bu sualleri soruyor ve cevap arıyor. Mırıldanmalar, kekemeler ve satır aralarından bunu açıkça anlıyorsunuz. Aklı ve vicdan tam ölmemiş; fıtratı çürümemiş bir insan, en küçük bir malzeme için sorduğu "Bunu kim, niçin yaptı?" suallerini kendisi için sormaz mı? Hatta bu önemli sualleri sorduğu, cevap bulduğu ve bulduğu cevabın izinden gittiği nispetle insan, insandır ve insanlaşır. Aksi takdirde, bu sualleri soramayan, sormayan, zaten sormayla da mükellef olmayan varlıklardan mesela bir kedi durumuna düşmez mi?

Kedi deyince, eşek aklıma geldi. Hz. Lokman'ın, oğluna verdiği nasihatların yer aldığı Lokman Suresinin: "Konuşurken de sesini ayarla. Unutma ki seslerin en beğenilmeyeni eşek sesidir" mealindeki 19. Âyetini hep düşünüp kendime de "Cenab-ı Allah, niçin eşek sesini takbih edip böyle nitelemiş?" sualini sorardım. Geçenlerde, bir tefsirden bunun sebebi olarak eşeğin ya hemcinsini görünce ya da acıktığında anırdığını öğrenince, sualimin cevabını almış oldum. Bir insan da bu hayvan gibi, hayatın gayesini birtakım arzularını tatmin, yemek, içmek ve rahatla yaşamak olarak görürse; ahireti unutup kabri ve ölümü hatırına hiç getirmek istemez, ölümü kendisi için değil de başkası için başkası adına düşünür. Ölümü kendisine yaklaştırmaz, Kendini lâyemut (ölümsüz) ve başıboş görür. Aynen yukarıda bahsettiğimiz arkadaş gibi. Misal çok. Kısmen gafletimiz nispetinde bu manalara bizler de yaklaşmış oluruz. Aman dikkat! Bazı latifeler ölünce hiç dirilmez, bazıları da geç dirilir. Kaybımız dünyayla sınırlı değil, ebedî. Telafisi de olmaz. Demek, sadece eşek misali bir iki arzusu için yaşayan, değil kedi, eşek durumuna düşüyor. Yani o nispetle insanlıktan uzak düşüyor.

Evet dostlar, peygamberlerinin "Ölüp toprak ve kemik yığını haline geldikten sonra, tekrar dirilip kabirlerinizden çıkarılacaksınız." ikazına karşı; zamanın ehl-i dâlaletin büyüklerinin "Heyhat heyhat! Size söylenen şey gerçek olmaktan ne uzaktır." cevabına yer veren Mü'minun Suresinin 36. Âyeti bilmem dikkatinizi çekti mi? (Heyhate heyhate Lima tu'adun) Bir açın okuyun lütfen. Davet değişmediği gibi, cevap da değişmemiş gerçekten. Değişmiyor, çünkü muhatap insan. Cevabı veren de insan. Şu dünyanın bir manevra, bir imtihan yeri, bir meşher, her gün dolar boşalır bir misafirhane olduğunu her gün yakinen görüp yaşadığı halde; yine temerrüd edip şu kâinatın niçin kendisine hizmet ettirildiğini sorgulamak istemiyor. Tenasi ile, unutmanın en kötüsü olan kendini unutmayı tercih ediyor, ne yapılabilir ki?

Selam ve dua ile.

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (1)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.