Yarım asırdır kendimizin farkındayız. Eğitim hayatımız, sonrasında hizmet, devamında muallimlik, sosyal ve yayın mecrasında pek çok insanla görüştük, tartıştık ve diyaloglarımız oldu. Hidayet yolculuğumuzun başlangıcında, İslam klasiklerinin bir kısmını, sonrasında Risale-i Nurları, çeşitli tefsir ve mealleri okuduk.
Başta İslâm akaidine, Kur'an ve hadislere ilişen, bunlarla muaraza adına yazılan yayınları takip ettik, konuşmalar dinledik. Bizzat tartışmalara katıldık, bazılarını da izledik. Aynı durum, Risale-i Nurlar hakkında yazılan birçok yazı ve konuşmalar için de geçerli. Bu köşede, hem Kur'an ve imana hem de Nurlara ilişen bazılarına yer verdik, yerli yersiz yapılan eleştirilere kendimizce cevaplar verdik, farkındaysanız.
Başta "Ben dinsizim, dini terk ettim." diyenlerin ortak noktası, Said Nursi düşmanlığı olduğunu gördük. Dinsizliğini, Kur'an ve imana lakaytlıktan öteye taşıyıp yaymak ve zihinleri ifsat etmek adına yapanlar, önlerinde en büyük engel olarak üstadı görüyor ve ona asılsız iddialar ile düşmanlık güdüyorlar. Said Nursi'nin Kur'an'dan alarak ortaya koyduğu tezlere, izahlara, ispat ve aksi mümkün olmayan cümlelerine karşı çaresiz kalanlar, buna karşılık onun kimliğinden ya da mücahede hayatından yola çıkarak onu aslı astarı olmayan şeylerle karalamalara başvuruyorlar. Ehl-i iman olup da bütüne bakmadan, bir garezle Nurlara ilişenler de var. Onların hâli pür melaline girmiyoruz burada.
Kur'an'a ve mücessem Kur'an olan Hz. Peygamber Aleyhisselama ilişenlere dikkatle baktığımızda, bunların akl-ı selimle düşünüp dinsizliği seçtiklerini; dini araştırarak, bu konuların uzmanlarına başvurarak, iyice araştırdıktan sonra dini terk ettiklerini görmüyoruz maalesef. Beyan ve bahanelerine dikkatle bakınca bunu anlamak mümkün.
Bunlardan bir kısmı lakayıtlığına kılıf bulmak için, bir diğeri başından geçen olumsuz bir hadisenin sevkiyle, bir başkası eline geçen eksik ve yanlış bilginin ve dehşetli bir çarpıtmanın yönlendirmesiyle, son zamanlarda gördüğümüz bir kitle de moda olsun diye veya hakkında bilgisi olmadığı konularda cehaletinin yönlendirmesiyle hem dünyasını hem de ebedî hayatını berbat ediyor.
Adam yirmi kadar âyetin mealini alt alta yazıyor, celalli şekilde de sorular soruyor. Suallerinin biri de Peygamber Aleyhisselamın Allah'ın emriyle ganimetlerin beşte birini kendisine ve beytine ayırması mesela. Halbuki Enfal Suresinin ilgili 44. âyetine baktığımızda, Peygamberimizin kendine ayırdığı bu malın sadece kendisine değil, O'nun yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolculara Suffe Ashabına ait olduğunu görecek. Bakmıyor maalesef. O'nun pak ve temiz hayatına bir bakabilse, çoğu zaman yiyecek bir şey bulamayıp birkaç hurma ile sahur ettiğini ve gününü oruçla geçirdiğini, geriye de bir miras bırakmadığını görecek. Ama bakmıyor, araştırmıyor.
Arkadaşımızın sıraladığı âyetlerin biri de mürtedin öldürülmesi ile ilgiliydi ve yine araştırmadan hüküm vermişti. Küçük bir araştırma yapabilseydi, işin gerçeğinin ne olduğunu öğrenecek; âyetlerin anladığı gibi olmadığını, Hz. Peygamberin hayatında böyle bir uygulama da olmadığını, bunun daha çok toplu isyanlarla ilgili olduğunu da anlayacaktı.
Küfrün altında yatan acayip bir cehalet ve gerçekle yüzleşememe yok sadece. Suyu tersine akıtma gayreti de var. Zihinler öyle bir kaos veya bir çıkmazın içindeki "yer çekimi, büyüme, uzama, çürüme gibi karşı çıkılamaz ve inkâr edilemez kanunlar" katiyetinde olan "Her sanat, sanatkârı icab eder, bir iğne ustasız, bir harf kâtipsiz olamaz." gibi, açık kanunu bile manipüle etmeyi göze alabiliyorlar. Böylece akıl ve muhakeme, idrak ve basiretin işini göze havale ediyorlar. Daha acibi, eşyanın sanatlı yapılış ve yaratılış sürecini anlatınca da sanatkârı bulmuş ya da halletmiş olduklarını zannediyorlar. Hâlbuki yaratılma sürecini öğrenmek, ona dikkatle bakabilmek bile, bir insanı kolaylıkla sanatkâra götürebilir.
Bunlardan, bir müddet yazıştığımız ve bu yolla meşhur olmak için, sağa sola sataşan birine bu konuyu hatırlattığımızda, "Bir harfi yapanı görüyor ve tecrübeyle anlıyoruz ki birisi bunu yazmış, Ama beni ve eşyayı Allah'ın yaptığını ve yarattığını ne bileyim, O'nu görmüyoruz ki?" deyivermişti. Bu cevap, bir nevi "Basar masnuatı görüp de basiret Sânii görmezse, çok garip ve çirkin düşer." cümlesini tefsir etmişti. Ama şurası muhakkak ki kısa da olsa, Nurlardaki bu ve emsali cümleler, bu tiplerin nefeslerini kesiyor, onlarda mecal bırakmıyor.
Bu tiplerin bazılarına ise, düzeni anlatıp bu düzenin sahibini sorduğumuzda "Ne düzeni kardeşim, kâinatta kaos var, kaos!" cümlesini birçok defa duyunca bir okuma yapıp bu iddianın kaynağına inmek istedik. Kim, niçin bunu kullanmış, diye merak ettik.
1920'de yapılan bir deney, bugün bile ilmî gelişmelere temel olabiliyorsa; ilim ilerleyebiliyor, bilim yapılabiliyorsa, bunların hepsi bir kaostan değil, düzenden, kastî bir intizamdan haber vermez mi? Kâinatta en küçüğünden en büyüğüne bütün bu kastî intizam ve mevcudattaki şuurlu işleyişi Allah'a vermeyen, veremeyen bazı kafalar, atomlara şuur vermeye, hatta bu saçmalıklarını "Akıllı Evren" şeklinde kitaplaştırmaya kadar bile vardırdılar. Bir kısmı da kaos tabirini 'düzenin reddi' anlamında değil de seksen bin ışık yılı çapında olan Samanyolu ve bunun gibi milyarlar sayıdaki galaksilerdeki düzeni ifade edememe, hesaplayamama, matematiksel olarak ortaya koyamama anlamında kullanmışlar. Diğerlerinde olduğu gibi, bunu da istismar eden bazıları "Kaos var, nerede düzen?" şeklinde yaymaya çalışmışlar.
Hastalık, musibet, deprem, açlık gibi çoğu beşerin hikmetsiz hallerine bakan ve bunların arkasındaki güzelliklerin anlaşılması, yine derin bir okumayla mümkün hadisata da kaos demeye çalışanlar da var ki bu da ayrı bir garabet.
Evet dostlar, zerrenin hikmetli yolculuğunu ve başta insan vücudunda ve diğer canlılardaki harika işleyişi göremeyen, okuyamayan; bunların arkasındaki ilim ve kudrete basiretiyle ulaşamayan zihin, bin derece kör sayılmaz mı? İşte bu körlük, ancak Kur'an nuruyla aydınlanabilir. Kur'an nuruyla aydınlanamayınca da kafasındaki kaosu, kâinatta kaos var, şeklinde ilan ediyor, böylece körlüğüne yeni bir kılıf bulmuş oluyor.
Selam ve dua ile.