Şiirde düşünce pek olmaz, deriz; fakat düşünce duygulara dökülünce de güzel oluyor gerçekten. Evet, "Neyi, neyden sanıyoruz?" Ne güzel ifade etmiş değil mi? Mehmet Akif'in, kısmen de Necip Fazıl'ın şiirlerinde de bunun bolca örneklerini görürüz. Bu tip şiirler, bitmez; terk edilir sadece. "Sakarya Türküsü" şiirindeki Türk tarihinin yüklendiği 'Sakarya' imgesi; yine İstiklal Marşı'ndaki harika benzetmeler bunun örneklerindendir.
"Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum, Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurtmuşum" dizelerinde "işleyen saat", "gökyüzü" nedir; "duran kimdir" "uçurtulan uçurtma" neye işarettir?" Bunları bitirmek zordur. Biz bunun Risale-i Nur'dan da güzel örneklerini verebiliriz. Bir kitabı bitirince de bunu daha iyi anlarız. Bitirdiğini zannettiğin kitap değil, sadece sayfalardır. Kitap hiçbir zaman bitmez, bitiremezsin kitabı.
Başlıkta iki dizesini verdiğimiz şiirin bir dörtlüğü şöyle:
"Ellerin titrer, fer kesilir gözlerden,
Kapılırsın pek amansız bir derde,
Maraz, musibet ancak bir perde,
Ey kul, eceli Azrail'den mi sandın."
Lezzeti baldan sanmayacağımız gibi, eceli yani ölümü de Azrail'den sanmayalım. Doğru, sanmayalım da lezzet balsız, ölüm de Azrailsiz olmuyor ama.
İşte bu ince, hassas ve kısmen hepimizi yanıltan, belki de bazılarımızı şükürsüz bırakan, bazen de şirke düşüren husus üzerinde ne kadar dursak yeridir. Yani meyveyi daldan, ölümü de Azrail'den niçin sanmayalım? Üstadın "İnsanların ağzından çıkan ve dinsizliği işmam eden (yayan, hissettiren) kelimeler var." dediği de bu türden kelimeler. Yani lezzeti baldan; elmayı, narı daldan, ölümü de Azrail'den sanmak ve bunu ifadelere dökmek.
"Balın, dalın ve Azrail'in" ince bir perdeden, sadece takdimci tablacıdan, basit bir bahaneden ibaret olduğunu görüp anlayıp âlemimize yerleştiremeyince; önüne gelen nimetlere, şükürle ve bunları gönderene karşı takdir ve devamında secde ile mukabele edemiyor insan. Etse de bu secde, şekilde kaldığı gibi, devamlı da olmuyor; devamı gelmiyor. Yine bu takdir ve secdeyi, hayatının devamı için gerekli hava, su ve diğer gıdaları almak zaruretinde bir "farıza-i zimmet" (mutlak yapılması gereken bir vazife) olarak da görmüyor o zaman.
Bu görmemenin çok sebepleri vardır elbette. Ama bu âcize göre, bunların içinde insanı kör ve aklı da felç edeni "balın, dalın ve Azrail'in" birer perde, bahane, tesirden uzak vasıtalar olarak değil de gerçek sebep, illet-i hakiki olarak görülmesi başta geliyor. Azrail ölümün zâhiren çirkin yüzüne perde olduğu gibi, maraz ve musibetler de elbette birer perde. Onlar da itirazlar Azrail'e gitmesin diye konulan perdeler.
"Balı ve dalı" birer bahane, basit bir sebep, şuursuz, ilimsiz, bizi tanıyıp bize şefkat etmez birer bahane olarak değil de gerçek müessir, asıl illet olarak görmenin asıl sebebi, göze itimat eden aklın şaşkınlığı, acip bir yanılmasıdır, diyebiliriz.
Aynı zamanda bir tasarım harikası da olan meyvenin takılı olduğu dal ve o dalın takılı olduğu ağacın arkasında, bir kâinat projesi var. Yeryüzü tarlasını ve bahçesini, bize milyarlarca yıl uzaktaki bir galaksiden bağımsız düşünebilir misiniz? Birinin muntazamca devamı, hepsinin devamına bağlıdır. Onun için aslında "Elmayı, narı daldan mı sandın?" derken; "Elmayı, narı kâinattan mı sandın?" demek istiyoruz. Kâinat fabrikası, bütün unsurları ile havası, suyu, Güneş'i, Ay'ı ile eksiksiz çalışıyor da sen bir meyveyi eline alabiliyorsun.
Sualimiz de zaten bu. Bu fabrikanın kurucusu ve işleteni kim? Aksamadan, gayet verimli çalışan bir fabrikayı görünce, "Bu fabrikanın sahibi, kurucusu ve işletini kim?" diye sorarız değil mi? Evet, ürünler çarkların eliyle geliyor ama ürünlerin çarklarla gelmesi ve çarklara yakınlığı, onlarla birlikteliği, bizim fabrikatörü görme noktasında şaşırtmamıza, yanılmamıza sebep olmuyor.
Peki, meyve ile dalın, hâliyle kâinat fabrikasının birlikteliğini yakınlığını gören, bu meyveyi netice veren kâinat fabrikasının sahibini, kurucusunu ve bunu muntazam işletenini, eksik ve gediğini giderip tamir edenenini niçin görmüyor, anlamıyor da işin asıl sahibinin bu sebepler, yani basit şartlar olduğuna hükmediyor? Bu, belki de asrın en önemli olan yanılmasını üstad bir paragrafta çok güzel bir şekilde izah ediyor.
"Gafletten neş'et eden dalâlet, pek garip ve aciptir. Mukareneti (iki şeyin yakınlığını)illeyete( asıl sebep görmeye) kalbeder.(öyle zanneder) İki şey arasında bir mukarenet ( yakınlık)olursa, yani dâima beraber vücuda gelirlerse, birisinin ötekisine illet (asıl sebep) gösterilmesi, o dalâletin şe'nindendir. Halbuki devamlı mukarenet (birlikte olmak) illiyete (asıl sebebi olmaya) delil olmaz."
İki şeyin birlikte gelmesi, yaratılması bahsi, iktiran adıyla nurlarda değişik yerlerde de izah ediliyor. Özetin özeti, devamlı aynı neticeler aynı sebepler ile gelince, bunu gören de bu neticenin asıl sahibinin o sebepler olduğunu zannetme cehaletine düşüyor. Bu acib yanılgıdan kurtulmak için, iki önemli hususa bakmak lazım.
Birincisi, yine çeşitli yerlerde derli toplu olarak da 27. Pencere'de "Eşyaya bakıyor ve görüyoruz ki en âla bir sebep en âdi bir müsebbebe (neticeye) kuvveti yetmiyor. Demek esbap bir perdedir, Müsebbebleri (neticeleri) yapan başkadır." cümlesiyle ve devamındaki örneklerle veriliyor. Yani kör, sağır, kötürüm, ilimsiz, şuursuz birinin her gittiği yerde üstâdâne, güzelce çalıştığını görsen ne dersin? Bu harika işler, bunun hüneri olamaz, dersin değil mi? Hava, su, toprak, ışık gibi sıfır vasıfları olan unsurların bir araya gelip bu harika fiillerin sahibi olmaları mümkün değil. Öyleyse bu unsurların yani sebeplerin üstünde asıl, hakikî müessir, sebepleri de yapan müsebbibül esbab var. Başka bir ihtimal yok. Bunu bir zındığa iki kere iki dört eder derecede, daha tafsilatlı anlattım da bana bu unsurların temel yapısı atomlar için "Bunların akıllı olmadığını ne biliyorsun?" demişti. Dedim ki akıllı olmaları yetmez, her bir zerrenin adeta bir ilâh gibi kâinatı teftiş edip ona göre adım atacak ihatalı bir ilme de sahip olması gerekir.Bir İlâhı kabul etmeyince zerreler adedince ilah kabul etmek zorunda kaldı.
Bakılacak ikinci husus ise, tüm sebeplerin bir arada olmalarına rağmen, daha önce olan neticenin bazen olmamasıdır. Aynı ağaç bir sene verir, bir sene vermez. Kış ortasında yaz, yaz ortasında bazen kış kendini gösterir. Demek sebepler ve kanunlar asıl fâil değildir. Onları asıl fail saymamız, iktirandan (sebep ve neticenin birlikteliğinden) gelen bir yanılma, başka bir ifadeyle bir akıl tutulmasıdır.
Geçenlerde, yine İslam ve Hristiyanlığı birbirine karıştıran, Kur'an'dan nasipsiz bir felsefe aparatını dinliyorum. Öyle büyük bir yanılgı içindeki "Fennin gayet derin ve bilinmez ve bin cihette de hikmetli bir hakikate taktığı bir nam ve isme" bakarak, "Fen bu işi de çözdü, bunun için bir yaratıcı aramaya gerek kalmadı." diyordu. Ya Arkadaş fen, işleyişin yani bir uçağın nasıl uçtuğunu veya uçacağını gördü, anladı, tarif etti. Bu anlamak ve tarif, uçağın pilotunu ortadan kaldırmadı ki. Yine bu uçağı biri yaptığı gibi, pilotsuz da uçmuyor. Senin çözdüğün, Allah'ın harika bir nimetinin işleyişi sadece. Biz ise, bunun sahibini, işleteni soruyor ve arıyoruz.
Sebepler noktasında bazılarımızın düştüğü ve düştüğümüz bir diğer önemli husus da "kudretin levazımıyla, hikmetin levazımını" ayırt edemeyişimizdir. Cenab-ı Allah, ahirette değil ama bu dünyada Hakîm ismi muktezası, her şeyi bir sebebe bağlamış. Yani icraatını sebepler tahtında yapıyor ve gösteriyor. Evlenmeyene çocuk vermediği gibi, tembele de muvaffakiyet vermiyor. Bu noktada mü'min ve kâfir bu dünyada eşit. Buna "hikmetinin levazımı" gereği diyoruz. Elbette Kudret-i İlâhi noktasında baktığımızda, elbette Allah'ın sebeplere ihtiyacı yok. Sebepler bize bakan cihette var. Allahın sebeplere ihtiyaç yok diye biz, bu hikmetler dünyasında "Ya Rabbi Sen Kadir-i Zülcelâlsin bana evlenmeden çocuk ver!" diyemeyiz. Hikmetin levazımını gereğini yerine getirip Kudrete müracaat edeceğiz. Bunu yapmayınca, işte bir İlâhî ikaz olan yerin azıcık sarsıntısını, felâkete çeviriyoruz. Biz olay olduktan, iş bittikten sonra kadere müracaat edebiliriz. Kader ise, yeis ve hüznümüze bir ilaç olarak mâziye(geçmişe) bakar; istikbale bakmaz. Yani kaderi tembelliğimize, ihmâlkârlığımıza, sefaletimize bir bahane yapma hakkımız yok. Sebepler noktasındaki eksik ve kusurlarımızın cezasını acilen bu dünyada çekeriz. Bir hukuku zayi etmişsek, hem burada hem de ukbada çekeriz. Maalesef, bu noktada sıkıntılarımız ve eksik anlayışlarımız var. Bunu dramatize eden, 2002 seçimlerinde Trabzon'da yaşadığım bir vakayı anlatmak istiyorum.
Kamuoyu araştırmalarında yüzde 1 bile görünmeyen fakat iktidar olacağım diye yeri göğü de inleten bir partinin bir yetkilisine sormuştum. "Kardeşim siz nasıl iktidar olacaksınız? Sizin oyunuz %1 bile değil." Cevabı aynen şöyle oldu. "Abi bizim şeyhimiz rüyasında başbakan olarak görmüş kendini. Başbakan olmak için de %33 almak gerekiyor. Onun için biz kesin %33 alacağız." Peki dedim yüzde bir bile görünmüyorsunuz, bu nasıl olacak? "Abi, başka partiye verilen oyları Cenab-ı Allah bizim partiye çeviremez mi?" demesin mi? Tuzak bir soruydu. Çeviremez desen, Allah'a âcizlik isnat etmiş oluyorsun, çevirir desen hikmet dünyasına uymuyor. Ben de ona dedim ki "Cenab-ı Allah, başka birilerine verilen oyları sizin partiye çevirebilir, ama çevirmez." Neden, dedi."Kardeşim dedim, dünya hikmet dünyası, sen hikmet dünyasında durup kudretin levazımatını istiyorsun. Halbuki Cenab-ı Allah bu dünyada sebeplere müracaat etmemizi istiyor."
Bu mantık, gerçekten hem de dinî yönü ağır basan bir grubun mantığı. Bazı arkadaşlarda da bunu kısmen görüyorum. "Eskiden tersiydi ama şimdi İslam âlemi fakirdir, sebepleri nedir?" diye sorulan bir suale üstad cevap verirken buna "meşietin muktezesi olarak esbab arasındaki nizama karşı temerrüt hükmünde olan tertib-i mukaddimattaki bir tevekkül-ü tembelâne" cümlesi ile işaret ediyor. Yani sebepler arasındaki bağları, ilgileri kuracak, bir netice için sebepleri yerine getirip tertipleri atlamayacaksın. Netice itibariyle vazife-i İlâhiye karışmamakla mü'minâne tevekkül edeceksin. Yani mü'minliğini sebepleri yerine getirdikten sonraki tevekkülle göstereceksin. Çünkü neticeyi veren, senin fiilî duana semere takacak olan Kudret-i İlâhiyedir. Senin çalışman, sadece bir teşebbüstür; bir fiili duadır. Hidayet de öyle değil midir? "Ben dinsiz oldum, demek ki Allah benim dilsiz olmamı dilemiş." diyen bir talihsize "Sen tavuk gibi devamlı çöpü karıştırırsan, Allah seni bülbüllerin konağı gülün başına getirmez." demiştim.Getirebilir elbette ama sen buna engelsin. Getirmesi,hikmetin levazımatına sebepler dünyasına zıt olur.
Evet dostlar yazı uzadı biliyorum. Ama bu konuda derece derece dertliyiz. İlahiyatçı bir arkadaşı doğal kelimesinde ikaz etmiştim. Doğal demek kendiliğinden zaten böyle olur, demektir. Fakat daha dikkatli olma noktasında ikna edememiştim. Evet, sebepler dünyasındayız, sebeplerle iç içeyiz ama ne olur, en azından şuurumuzu uyanık, niyetimizi hâlis tutalım.
Selam ve dua ile.