Bazı cümleler, insana tesirde suya yazılan yazı gibi çok kısa sürelidir. Bazıları kuma, bazıları da betona yazılan yazılar gibidir. Bu sonucunun tesiri, uzun sürelidir. Yani o cümleyi hiç unutamazsın. Hele bir de cümle insanlığınıza, nefsinize, kıymetli değerlerinize dokunuyorsa; daha başka derinlikte ve güzelliktedir. Cümle ne kadar derinse, sizin üzerinizdeki hâkimiyeti de o nispettedir.
İşte bu cümlelerden biri de bu âcize göre, üzerine ne kadar tefekkür edilirse edilsin, değecek kıymetteki bir hakikati ifade eden ve Altıncı Söz'de bir sual formatında geçen "Madem her şey elimizden çıkacak, fâni olup kaybolacak. Acaba bâkiye tebdil edip ibka etmek çaresi yok mu?" cümlesidir.
Bir zamanlar bir Kur'an tefsiri olarak Risale-i Nur hangi ve kaç suale cevap veriyor diye araştırma yapmıştım. Kısa bir çalışma ile üç yüze kadar ulaşmış ve bırakmıştım. Ayrıca Nurların çoğu kısmı da kendi içinde sual ve cevap şeklindedir. Bazen de akılları bulandırmamak adına, suali sormadan, suale cevap verilmektedir. Elbette bu suallerin dedikodu ve günlük âdiyattan olmadığı da açıktır.
Geçenlerden Nurları da okumuş bir arkadaşımız istisnaları dışarda tutarak "Nurculuğun Sorunları" diye kendine göre maddeler sıralamıştı. Bir müddet önce de sıralamış, biz de bu sıralamanın bazı kısımlarını tenkit etmiştik. O tenkit ettiğimiz madde şimdi yok. Şimdiki maddelerden biri de "Soru sorma ve sorgulama özelliğini kaybetmesi" olarak geçiyor.
Başta Said Nursi kadar kendini sorgulayan biri var mı, bilmiyorum. "Belki ben de müfsidim, bilmediğim hâlde ifsad ediyorum. Her söylediğim sözü, hemen kabul etmeyin. Aklın mihengine vurun. Altın çıkarsa alın, bakır çıkarsa geri gönderin." diyen kaç babayiğit vardır? Kitabının sonuna "Bütün Sözlerde konuşan, işârât-ı Kur'an'iye namına hakikattir. Hakikat ise, hak konuşur. Yanlış bir şey gördünüz, muhakkak biliniz ki haberim olmadan fikrim karışmış, karıştırmış, yanlış etmiş." cümlelerini yazabilen biri var mıdır?
Onu sorgulayanlar, kitapları okuyup anlattığı evrensel hakikatlere itiraz edenler değil. Daha çok ehl-i sünnet dışında kalan ve mutezilî görüşler taşıyan bazı muterizler. Kendi adıma söyleyelim ki sorgulamadığımız falan yok. Sadece başka sorgulayanlardan farklı olarak, bütüne bakabilmemiz, iyi niyetimiz sayesinde hep kazanan taraf oluyoruz. Başta iyi niyetini ve ehl-i sünnet çizgisini terk edenler, böylece ceketin iliğini baştan yanlış ilikleyenler, bütüne de bakmayınca, ölçüyü kaybedip kelimenin öncesine sonrasına da bakmadan alıntıladıkları bazı cümleleri serrişte etmekteler. Bunu da güya sorgulama adına pazarlamaktalar.
Daha geçen hafta biriyle yazıştık. Şirk suçlamasında bulundu. "Delilin nedir?" dedim. Bir takım yerleri eksik ve çarpıtarak alıntıladığı gibi, Nurlarda geçen ve ehl-i sünnetçe hak olan keramet, şefaat gibi hususları şirke delil olarak görüyor. Mesele anlaşılmıştı. Kuran'ın "ahirette inkârcıların şefaatçilerinin olmayacağını" bildiren âyetlerini mü'minlere de şamil görmek hastalığına yakalanmışlar. Halbuki netice de şefaat, keramet gibi şeyler, yine Allah'ın izni ve yaratmasıyla olan, olacak olan fiiller. Buna niçin itiraz ediyorlar, anlayamıyorum.
Kasten eksik ve yanlış alıntılayıp bir algıya sebep olanlar ise, en çok Birinci Şua'da 24.Âyette geçen birkaç cümleyi kullanmaktadır. Cümleyi okuyalım. "Risale-i Nur'un Kur'an'dan başka me'hazı (kaynağı) yok. Kur'an'dan başka üstadı yok. Mercii (müracaat yeri) yok. Doğrudan doğruya Kur'an'ın feyzinden mülhemdir ve sema-i Kur'anî'den ve âyetin nücumundan, yıldızlarından iniyor, nüzul ediyor."
Şimdi bir önceki cümleleri almayınca, son cümle sanki "Nurlar (haşa) vahiydir, Kur'an gibi o da nüzul etmiştir." manasındaymış gibi geliyor. Halbuki burada anlatılanların özeti, Risale-i Nurların tamamen âyetlere dayandığı, Kur'an'ın semasından, âyet yıldızlarından indiği, alındığı ve neticede de bunların Kur'an'ın bir tefsiri olduğu hakikatidir. Sadece nüzul kelimesini alıp Nurlar da âyetler gibi inmiştir, şeklinde yansıtmak çabasına, sorgulamak diyorsak; sizin sonunuz gelmiş demektir. Saded harici olarak yer verdiğimiz bu hususu, "Araplar da dahil yüzlerce alim, müfessir ve birkısım bilirkişinin inceleyip tasdik ettiği Nur külliyatını, istifade için değil de kusur bulmak için okuyan insan, her cümleye bir kulp takabilir.
Esas olan ise, istifadedir, cümleleri ile bitirelim. Sözü başta yer verdiğimiz Altıncı Sözdeki esaslı suale getirelim.
Bir insanın kaybedildiğinde, yerine koyamayacağı en kıymetli malı nedir? Ev, araba, mevki makam, mal mülk mü? Hayır. Tecrübeyle sabit ki bunların hepsinin telafisi ve yerine konulması mümkün. Yerine konulamayan başta insaniyeti, aklı, ruhu ve diğer el, ayak, göz, kulak ve dil gibi uzuvları. Başta insan bunları kaybetmek istemez. Kaybetmek istemez ama eninde sonunda kaybedecek. Yani çaresiz, bunları ölümle beraber kaybedecektir. Bunlar elinden alınacak. Peki, bunların elinden alınmamasını, bu kıymetli cihazların belki daha parlak ve bir daha alınmamak üzere seninle devam etmesini ister misin? Kim istemez ki? İşte sual bunu, bu kaybetmemenin çaresinin olup olmadığını soruyor. Peki, bunun çaresini en doğru şekilde bize kim gösterebilir? Elbette ki hiçbir hakkımız olmadığı halde, bunları bize yoktan çıkarıp veren gösterebilir. O da Kur'an lisanıyla bu çareyi gösteriyor.
Evet bunun bir çaresi var. Nedir? Bu emanetleri (ruhu, aklı, gözü, dili...) hakikî sahibine satmak. Yani O'nun izni ve emri dairesinde kullanmak. Tamam satacağız da bu emanetlere başkaları da talip. Yol kesiciler, yan kesiciler, başka başka düşmanlar da fırsat kolluyor bu emanetleri satın almak için. Peki vaatleri nedir? Yani senin bu değerli malları şeytana, nefse, kötü arkadaşlarına sattığında vaatleri nedir? Koskocaman bir hiç. Özür dilerim hiç değil. Allah muhafaza ebedi kayıp, ebedi itap, ebedi cehennem.
Peki, bunların hakiki sahibi olan Cenab-ı Allah ne vaat ediyor? Başta cennetin içinde olduğu birçok kârın yanında, bunların bir daha geri alınmamak üzere, daha parlak şekilde ebediyyen sana verileceğini vaad ediyor. İşte Altıncı Söz, bize verilen emanetleri, hakiki sahibi olan Allah'a satmanın yollarını, kârlarını, satmadığımız takdirde zararlarını harika bir muharebe anolojisi ile gösteriyor.
İçinde maddi olarak tank, top, mızrak, yay olmayan bir muharebe içindeyiz her an. Eğer iman ehli olarak Kur'an kal'an ve Kur'an tezgâhında dokunan takva zırhın, sünnet-i seniyye siperin, Allah'a sığınma ve istiğfar gibi silahın yoksa, her an nefis ve şeytan ve avanesine açık haldesin demektir. Bir an onları unutmak ve hilesine aldanmak ve oyunlarına gelmek demek, sendeki emanetlerin tarumarına ve onların ebedi kaybına yol açabilir. Zırhı çıkarma, siperi terk etme ve hiçbir zaman silahını kuşanmayı unutma ki bu harbi kaybetmeyesin. Yoksa kaybedersin. Kaybın da telafisi yok.
Hem bu dikkatin "seni âdî bir esir ve başıbozukluktan kurtaracak, âlî bir padişahın has ve serbest bir askeri" konumuna yükseltecek. Serbest asker olmak, sana verilen bu kıymetli cihazları nefis ve şeytanın namına değil de Allahın namına kullanmakla mümkün. Aksi takdirde, nefsin zebunu bir esir, şeytanın oyuncağı bir âdî asker olursun.
Altıncı Söz Tövbe Suresinin 111. Âyetini bu asrın yüzüne büyük bir cihat formatında atıyor aslında. Topla, mızrakla olan küçük cihada katılman da bu büyük cihattaki harpte muvaffak olmana bağlı. Küçük cihada, mazeretsiz olarak sadece münafıkların katılmadığını düşünürsek, bu büyük cihadı terkin sonuçlarını varın siz hesap edin.
Evet dostlar, her adımımız, her kelâmımız, her bakışımız, her kararımız hulâsa her yönelişimizde, dünya saadetinin yollarını döşüyor; ebedî hayatımızın tuğlalarını örüyoruz. Bunların isabeti de vücut gemisinde konuşlanmış halde bulunan kalbî ve şeytanî yönlerimizin muharebesine bağlı. Kur'an, bunu "Nefis ve malını Allah'a satmak" ticarî formatı ile bize bildiriyor. Bir defalığına gireceğimiz bu ticarî fırsatı kaçırmak, akıl kârı değil.
Selam ve dua ile.