Bir basın yayın işletmesinde, uzun yıllar idarecilik yapan bir dostumuz anlatmıştı. Bizden büyük yazar bir abimiz, "her şeyi anlıyorum da Kur'an'da hırsızın elinin kesilmesi meselesini bir türlü anlayamıyorum" deyip duruyordu. Bu anlayamaması, cezanın biraz ağır olması ve bunu aklî ve mantıkî bulamamasından kaynaklanıyordu.
Derken, bir zaman sonra bu abimizin arabası çalındı. Yayınevine geldiğinde, epeyce kızgın olduğu anlaşılınca, biz de bu abimize "Abi arabanızı çalanı bulursanız, ne yapacaksınız?" diye takıldık. Cevabı, hiç tereddütsüz "Onu bulursam, öldürürüm" oldu. Biz de hemen taşı gediğine koyduk. "Abi, işte İslam öldürmüyor, sadece bir elini kesiyor" deyince, bu sefer "Meseleyi anladım, demek bu da bu meseleyi anlamam için, kaderin bana bir taşı oldu" diye mukabele etmişti.
Aynı şey kısasta da geçerli. İslam, kısas diyor ama affetmeyi daha önceliyor ve tavsiye ediyor. Karşılıklı çok seri cinayetler görüyor ve okuyoruz. Hepsi de "Kısasta hayat vardır" noktasına götürüyor bizi. Bizim köyün yakınında bir köyde yıllarca süren kan davası, köyü perişan etmiş; sonunda köyü paramparça olmasını netice vermişti. Hepsi, kıblesiz adaletin hem de gecikmeli işlemesindendi.
Geçenlerde bir ateistle yapılan bir konuşmayı dinledim. Kısas, el kesme, cihat ve Hazret-i Peygamberin bizzat katıldığı savaşları, kendi zanlarıyla değerlendiriyor ve Kur'an'a mesafeli duruyordu. Halbuki insan sadece dünya harpleri ve vicdanları karartan zulümlere bile insafla bakabilse; İslam'ın hakkın hatırı için, hürriyet ortamını sağlamak, zulmü ve baskıyı önlemek, haksızlıkları bertaraf etmek için yapılan ve tümü de bir savunma esası üzerine kurulu, toplamda 136 şehit, 250'ye kadar da diğer ölümlerin olduğu Hz. Peygamberin (asm) bizzat katıldığı gazvelerin hakkaniyetini anlayacaktı.
Tek başına Hudeybiye Barışının mahiyetine, Hz. Peygamberin bir zamanlar kendisine olmadık zulümleri yapan, üç sene kadar ölümüne ambargo uygulayan ve neticede yerinden, yurdundan ayrılmasına kadar işi vardıran, onu öldürmek için de geri durmayan Mekke müşriklerinin affına bile bakınca, İslam'da esas olanın insanı öldürmek değil, onu hidayetle diriltmek olduğunu hemen anlar. Çünkü öldürülen insan, neticede sadece hayatını kaybetmiyor, ebedî zulümat kuyusuna da düşüyor. Halbuki Peygamber Efendimiz, insanların öyle bir sonla karşılaşması için değil, ebedî kurtuluşa ermesi için, bir rahmet peygamberi olarak görevliydi.
Âcizane bu cihat konusunu epeyce araştırdık. Cihad konusundaki asıl yanılgı ve İslam'ın "Bulduğunuzu öldürün" dini olduğu kanaatinin bazılarında yer bulması, ilgili âyetlerin önüne ve sonuna veya tefsirine bakılmamasından kaynaklanıyor. Halbuki "öldürün" emri, "o seni öldürmeye geliyorsa" şartına bağlı. Hemen her bir gazvenin, müdafaa, yani defans harbi oluşundan, bunu kolaylıkla anlayabiliriz zaten. Bedir'den önce, Hazreti Ömer'in müşriklere giderek barış teklifi etmesi, tam bir savunma gazveleri olan Uhud ve Hendek, bunların en güzel örnekleri.
Ateist arkadaşın itirazları arasında bir mevzi olay üzerine Hz. Peygamber'e yol göstermek üzere inen Maide Suresinin 33. Âyeti de vardı. Onu da tefsirlerden incelediğimizde, Müslümanlara reva görülen zulüm ve uygulamalara karşı Cenab-ı Allah'ın bir emri olduğunu görüyor ve anlıyoruz. Yoksa durup dururken Hazret-i Peygamber (asm) "Bana müşrikleri bulun, getirin, onların ellerini ve ayaklarını çapraz olarak keselim." diye bir emri ve uygulaması yok. Konuyu incelediğimizde, Hz. Peygamberi, "Müslüman olduk" diye aldatan bir topluluğun yaptığı insanlık dışı uygulamaya Peygamber Efendimizin nasıl mukabele edeceğini, Cenab-ı Hakkın ayetle bildirdiğini anlıyoruz.
El kesme de öyle. Ağır şartlarının yanında, böyle bir uygulama, asırlar boyunca bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar kişiye uygulanmış ve bu sayede asayiş de sağlanmış. Şimdi hırsızlıktan dolayı ölen, öldürülen binlerce insanın olduğunu düşünürsek; bu hükmün ne kadar âdilâne ve hayat dolu olduğunu da görürüz.
Başlığa daha yeni geldik. Müslümanla tartışan ateist arkadaş, bazı şeyleri de itiraf ediyordu tartışmasında. Acz ve fakr pencerelerini açmayınca, Allah'ı bulamamış; böylece dünya dolusu bela başına almış bu ateist, karşılaştığı bir çirkinliğe en alt seviyede bir tepki için bile "Allah belasını versin" diyemiyor.
Mesela, karşılaştığı bir haksızlık karşısında nasılsa hakkımızı ahirette alırız, rahatlatıcı nefesinden de mahrumdu. Başımıza gelen bir musibetin eziciliğini "Demek kaderimiz böyleymiş, kader ise, adalet eder" diyerek atlatamıyordu. Bunlar onun bizzat itiraflarından bazıları. Bu ve benzeri bir yığın şeyi düşündüğüm zaman, "ümitsizlik girdabından kurtulamıyorum" diyor. "Bir sevdiğimiz ölünce "Olsun, geçici ayrılıyoruz. Nasıl olsa ahiret var, ebedî beraberiz diyerek teselliden de mahrumuz" diyor ateist arkadaş. Bunları saydıktan sonra, "Hayat, dünya zindanmış gibi geliyor bana. Daha doğrusu, kalbim sıkışıyor; bazen ödüm patlıyor gibi oluyor" itirafını da sözlerine ilave ediyordu.
Bunları dinleyince, arkadaşın yüzüne yansıyan iç dünyasını tahmin edebilmek zor olmadı. Aynı zamanda bir hayat okuması olan Risale-i Nur Külliyatının Allah'a sığınmanın hikmet ve gerekçelerinin anlatıldığı 13. Lem'a'sının 8. İşaretinde, küfür ve inkârı kastederek sorulan "Bu kadar elim ve karanlıklı, müşkülatlı yola nasıl ekser insanlar gidiyorlar?" keskin suali aklıma geldi.
Ne kârın var arkadaş inkarda kalmakta? Ruhun bu kadar acıtıcı ve incitici darbelerine karşı kendini nasıl muhafaza edeceksin? "Bir dalâlet divaneliği, bir mecnunluk hezeyanı" olan küfrü, inkârı hem de "bu âlemin şuhuduyla" (bu âlemi görmene rağmen) nasıl aklına sığıştırıyorsun? Yani "Kâinat, âlem var ama bunların bir yapanı, sanatkârı yok" demeyi akıl ve izan, vicdan ve şuurla birlikte nasıl kendine kabul ettirebiliyorsun?
En güzel cevabı yine üstad veriyor. "İçine düşmüş bulunuyorlar, çıkamıyorlar." Çıkmalarına engel nedir? Yiyip içmek, yan gelip yatmak, nebatî ve hayvanî bir hayat mertebesinin inceliklerine dalmanın onlara tattırdığı anlık ve hazır lezzetler, teselli için onlara yetiyor demek. Fakat dinlediğim ateistin "Ödüm patlıyor" itirafı vardı ya.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi geçen asrın ikinci çeyreğinde yine 13. Lem'a'da bunu sebepleriyle birlikte bir soru formatında izah etmiş. Hem izah etmiş hem de cevabını vermiş.
"Dalâlette öyle dehşetli bir elem ve bir korku var ki kafir, değil hayatından lezzet alması hiç yaşamaması lazım geliyor. Belki o elemden ezilmeli ve o korkudan ödü patlamalıydı."
Bu arkadaş itirafları da bu tespiti doğruluyordu. Peki, bu inkârına rağmen nasıl lezzet alıyor veya aldığını zannediyor? Deve kuşunun yaptığı mağlatayı yaparak. Fakat mevzunun sonunda "Bu mağlata-i şeytanîyenin hükmü gayet sathî ve faydasız ve muvakkaktır." cümlesi var ki tam da akıbeti özetliyor.
Evet dostlar, bu nefsi kandırmacanın hükmü geçici, çünkü sen her ne kadar gafletten kafanı gizleyip gözünü yumsan da ecel seni bekliyor. Faydasız, çünkü kafanı o kuma sokman, seni yolculuktan men edip kurtarmıyor. Muvakkat, yani geçici. Çünkü kafanı döven suallerinin asıl cevabını vermiyor.
Selam ve dua ile.