Bir yerde okuduğumu veya bir kişiden dinlediğimi hatırlıyorum. Hakikat ehline: "Ne olayım?" diye sormuşlar. O da kestirmeden, "ÖĞÜT OL" deyivemiş. Yani örnek bir hayat yaşa, tavır ve hareketlerin başkasına örnek olsun.
Bu fakire göre bu, aslında insanın nefsi ile barışık yaşamasının da ön şartı gibi. Ne demek istiyoruz? Dile getirdiğin, anlattığın temsil etmeye çalıştığın doğruları, başlıktaki ifade ile öğütleyip de sen onlardan öğüt alamıyor; onlara ayna olamıyorsan, nefsine tesir etmeyen hakikatler, başkasına tesirli olamaz.
Nefsimizden başlayalım. Eğitim döneminde çeşitli mekânlarda sohbetlerimiz oluyor. Önceden hazırlık yapıp anlatmak istediklerimizi sıraya koymaya çalışıyoruz. Onlardan, tam yaşayamadıklarımıza sıra geldiğinde, sözler boğazımızda düğümleniyor, yüz şeklimizde değişimler oluyor. Kendi nefsimize: "Ey ahmak, diyorum. Senin yaşamadığın, yaşamakta zorluk çektiklerini anlatmaktan utanmıyor, haya etmiyor musun?" O anda dudaklarımın oduna döndüğünü hissediyorum. Oduna dönen dudak ve ağızlardan tesirli söz çıkmaz ki. Fakat nefsimizde sıkı takip ettiğimiz hususları anlatırken açılıyor, neşeleniyor ve ses tonumuz değişiveriyor.
Bir defasında, bir konuşmamızda verdiğimiz bir örneği dinleyenlerin arasında bulunan bir öğretmen arkadaşı, bu örnek çok etkilemiş ve ağlamıştı. sonra baktım, o verdiğimiz örnek nefsimizde de yaşadığımız bir husustu. Bundan da yaşadıklarımızı anlatmanın güzelliği ve tesirini daha iyi anlamıştık
Bu, başta Peygamber Efendimiz Aleyhissalatu Vesselam, tüm büyüklerin hayatlarında da böyle olmuştur. Onun için "Hâllerin büyükleri, büyüklerin hâlleridir." derler ya. Mesela kırk yaşına kadar Hz. Peygamber Efendimiz müşriklerin içinde yaşamış ve onlara çocukları, anne ve babaları kadar yakın olmuştu. Yani O(ASM) içlerinden biriydi ve en önemlisi de Muhammed-ül Emin olarak anılıyordu.
Daha Kur'an inmemiş, Hz. Peygamber(ASM)de bir mu'cize göstermemişti. Peki, Hazret-i Peygamber Aleyhisselam, Allah tarafından gönderilen son elçi olduğunu hangi delil ve mu'cize ile ilân edecekti. İşte, üstad bunu, bir cümle ile özetliyor: "Mucize-i Muhammed'i ayn-ı Muhammed'dir." Ne demek bu cümle? Peygamber Efendimizin en büyük mucizesi, bizzat kendisidir ve peygamberliğini ilân ederken de bunu, kendisinin kırk yaşına kadarki onların içinde geçirdiği hayatını, delil olarak sunmuştu. Adeta onlara: "Kırk yaşına kadar bir yalan ve hilesi olmayan, sizler tarafından da böyle bilinen bir Zât olarak size, yeni bir haber getiriyorum. Buna iman edin." diyordu. Kırk yaşına kadar hilesini gizleyebilmiş de bunu, kırk yaşında mı açığa çıkarıyordunuz? Ama bunun da geçerli bir delili olmalıydı. Yani demek istiyoruz ki müşrik muhatabı susturan en önemli delil, O'nun Aleyhisselam, hâlleri ve güneş gibi parlak olan şahsiyetiydi.
Müşrikler O'na bir şey diyemiyor, başka birtakım bahanelerle nefislerini kandırıyorlardı. Hâl ve hâlinle öğüt olmak, böyle bir şey işte.Tarihte herhalde hâlinle örnek olmada bundan daha parlak bir şey yoktur.
Zamanımızın bir kısmını geçirdiğimiz küçük bir işletmemiz var Trabzon'da biliyorsunuz. Müşterilerle bazen muhatap oluyoruz. Aynı şeylerin satıldığı bir sürü mağaza var. Müşteri seni tercih ediyorsa; bunun en önemli sebebi, mağazada gördüğü ilgi, sıcaklık ve satış sonrası hizmetteki ayrıcalık oluyor. Belki pahalı da oluyor bazen. Ama çalışanın gösterdiği sıcaklık, ilgi veya bizim vakur duruşumuz, tercihe sebep olabiliyor. Tersi de olmuyor değil.
"Büyüklerin hâlleri, hâllerin büyüğüdür." demiştik ya. Buna, çok hemhal olduğumuz için, iyi biliyoruz, üstad hazretlerinden de örnek verebiliriz. Çok örneği var da birisi, hem çok dikkatimizi çekmiş hem de rikkatime çok dokunmuştur.
Nurları ilk tanıdığımızda, özellikle Sünnet-i Seniyye bahsi olan On Birinci Lem'a'yı okuyunca, yerimde duramamış ve sünnet konusunda neye önem ve öncelik vermeliydim, diye araştırmaya koyulmuştum. O zaman Yeni Asya'da yazan Ahmet Şahin Hocaya tavsiyesini sormuş ve bir sürü de soru göndermiştik. O da "Şemail-i Şerif" kitabını bize tavsiye etmiş ve sünneti konu edinen yazılar yazmaya başlamıştı. İşte, Şahin Hocanın "İslâm ve Hayat" kitabı bu yazılardan oluşmuştur. İncelemeye, kitap almaya da devam ediyoruz. Son olarak "Kitap Kalbi Yayınları"ndan çıkan "4000 Sünnet ve Âdaplar" adlı kitabı temin ettik ve okumaktayız.
Üstadın Sünnet-i Seniyye hassasiyeti üst seviyede. Özellikle de esas sünnetlerden olan neşr-i hak konusunda. Yani öncelikle "Bu Kur'an hakikatlerini kime, ne zaman, nasıl ve hangi vasıtalarla ulaştırmalıyız?" sualinin Hz. Peygamberdeki örneklerine ulaşmalıyız.
Bunun da ilk basamağı, bu fakire göre, İkinci Mektupta "Neşr-i hak için, enbiyaya ittiba etmekle mükellefiz. Kur'an-ı Hakîmde, hakkı neşredenler, benim mükâfatım ancak Allah'a aittir, diyerek insanlardan istiğna göstermişler." cümleleriyle ifade edilen 'istiğna' düsturunun özenle dikkate alınması.
Sosyal medyada veya başka mecralarda ehl-i diyanete en büyük ve yıkıcı tenkit, bu cepheden gelmektedir. Diyanet başkanının bindiği arabanın lastik numarasından tutun, hoca veya önde görünenlerin şatafata kaçan hâlleri, çoğu kişiyi haklı haksız tenkide yönlendirmiş; varsa kişilerin kusurlarının sanki mensubu olduğu dinden kaynaklandığı zehabına kapılmalarına, bu da maalesef onların dinden soğumalarına sebep olmuştur. Vakıa bu ne yazık ki. Ehl-i diyanetin maddî ve manevî istiğna ile gönüllere dokunması gerekiyor.
İşte, Üstad hazretleri bu konudaki tenkitleri, daha geçen asrın ortalarına doğru görmüş, tespit etmiş ve bunu: "Ehl-i dâlâlet, ehl-i ilmi, ilmi, vasıta-i cer(geçim vasıtası) etmekle ittiham ediyorlar. İlmi ve dini kendilerine medar-ı maişet yapıyorlar, deyip insafsızcasına onlara hücum ediyorlar. Bunları fiilen tekzib lazımdır." diye İkinci Mektupta, niçin hediye kabul etmediğinin altı sebebini açıklarken birinci sebep olarak ifade etmiş ve bunu ömrü boyunca da titizlikle takip etmiş. Ne kendisi almış ne de talebelerine karşılıksız hediye aldırmış.
Ehl-i dâlâleti en iyi böyle susturabiliriz ve öyle de olmuş. Üstada her yönden hücum olmuş belki ama bu konuda ciddi hiçbir tenkit yapılamamış. Yapılsa da buna kimseyi inandıramamışlar.
Evet dostlar, bu hediye kabul etmemeyi üstad, sadece gelen hediyeyi almamakta değil; başkasının yemeğini yememede de uygulamış. Bunun çarpıcı örneği Saff Suresinin "Yapmadığınız şeyleri niçin anlatıyorsunuz?" mealindeki İkinci Âyetinin bir itabı olarak gördüğü bir yemek yeme hatırası var ki Barla Lahikasından bulup okumanızı ısrarla tavsiye ediyorum. Başta dediğim, rikkatime dokundu hususu da buydu zaten.
Selam ve dua ile.