Trabzon'da kadîm bir gelenek olarak, pazar sabahı dersleri yapılır ve çok da feyizli ve bereketli geçer. Pandemi ile beraber ara verilen bu derslerimize Ramazan öncesi yeniden başlamıştık. Geçen pazar günü, yine Değirmendere Vakıf binamızdaki bir dersimizde, üç işaret ve bir hatimeden müteşekkil ve üstadın Barla hayatı çerçevesinde kendisine sorulan, mağlatalı (yanıltıcı) ve tenkitkârâne üç sualin ve bunlara verilen cevapların yer aldığı 22. Lem'a okundu.
Hususen ikinci işaretteki, insanların ancak müsavat-ı hukukta yani hukukta eşit olabileceği, insanı arzın halifesi, kainatın neticesi ve zihayatın sultanı konumuna getiren ve hadsiz makamatta gezecek keyfiyete çıkaran mahiyetinin, mutlak eşitliğe zıt olduğu hususu üzerinde epeyce duruldu. Özellikle ikinci sualde geçen, insanın bu keyfiyetteki yüksek mahiyetini hiçe sayarak, insanın hayvanî ve nebatî yönünü öne çıkararak, onu yiyip içen, robot gibi çalışan, fizyolojik ve biyolojik ihtiyaçları için yaşayan, mesuliyeti de olmayan birer canlı olarak gören anlayışların, sosyal hayatta büyük bir çığır açsa da hayırlı işlerde ve terakki de muvaffak olamayacağı kısmı, önemli gerçekten. Komünist sistemde ve doğrudan veya netice itibariyle komünizmi netice veren bütün beşerî sistemlere baktığımız zaman, bütününün bundan hisselerini aldıklarını görüyoruz.
Yine 22. Lem'a'nın Üçüncü İşaretinde, üstadın "mağlatalı ve divanecesine" diye nitelediği Üçüncü Sualin uzun cevabında geçen "Ve madem kabir kapısı kapanmıyor ve madem kabrin öbür tarafındaki endişe-i istikbal her ferdin en mühim meselesidir." cümlesine gelince, geçen bir yazımızda kısaca yer verdiğimiz bir dinsizle olan yazışmamız aklıma geldi.
Dinsizlikte dip dalga yapmış, klişe olmuş birtakım ezberleri tekrarlayan, putprestliğe dönmüş Hristiyanlığın akıl dışı uygulamaları karşısında ateistliğe kaymış ve birkısmı çıldırarak birkısmı da intihar ederek dünyadan ayrılmış Batının birkaç filozofunun bayat düşüncelerini bozuk plak gibi tekrarlayan, fantezisi de bol bir arkadaşa "Siz herhalde öleceğinize inanıyorsunuz. Ölünce, sevdiklerinizden ve kendi evlatlarınızdan ebedî ayrılış, yokluk size bir ızdırap vermiyor mu? Ebediyen yok olmaktan kurtulmak adına bir teziniz ya da ne gibi bir düşünceniz var?" sualini sormuştuk.
Cevap, yine milattan önce yaşamış ve 44 yaşında kendisine de bir çare olamamış fikirleriyle çıldırarak ölmüş bir filozofun "Ben varsam, ölüm yok; ölüm varsa, ben yokum, öyleyse üzülecek ne var?" cümlesi oldu. Bu cümleye "Bilakis, yokluğu düşününce, rahatlıyorum." ilavesi de vardı. Bu müsekkin hapı gibi cümlenin basit, sathi, geçici tesiri insanı biraz rahatlatabiliyor demek ki. Ama hiç kapanmayan kabir kapısının her an tepesindeki ejderha ağzı keyfiyetindeki görünüşü ve her gün "Ben varken, ölüm yok." hükmünü hiçe indiren cenazelerin sıralanışı, onu hiç sarsmıyor muydu acaba, bunu sordum arkadaşa. Bana "Ben onları geçtim." cümlesiyle dönüş yaptı. Sarsıldım biraz, âlemimde derinleşmeye çalıştım. Üstad gibi, hayalimden kendime bazı sorular sordum.
Böyle bir cevabı ancak "Ölümün inkârıyla ve her gün, ölüm haktır, davasını cenazelerinin mührüyle imza edip tasdik eden otuz bin şahidin şehadetini tekzip ve inkâr etmekle" mümkün olabileceğine kanaat getirdim. Bu mümküniyetin, ancak bir insanın kendini sadece cesetten ibaret görmesi ve bu cesedi beslemek için de kalp, dil, akıl, ruh ve dimağını koparıp ona yedirmesiyle, yani insaniyetin yüksek mahiyetinden kopması ile mümkün olabileceğini anladım. Bu dehşetli hâl de olabiliyor demek.
Başlığın birinci kısmına yeni geldik. Kendini teselli için "Ölüm varken, ben yok." diyor, fakat çıldırmasına engel olamıyor ya meşhur feylosof. "Ölüm varken, ben yok." hükmünü hangi delille verebiliyor? Yani öldün, gittin. Yok olacağım, diyor ve kendini teselli ediyorsun. Neye dayanarak yok olacağım, diyorsun. Ya var olacaksan? Ha "Varsa da ben inanmıyorum." diyebilirsin. Bu, şahsî ve câhilâne bir hüküm ve bir göz kapamak hâlidir,der, geçeriz. Ama yoktur, diyebilmeniz için, çok ihatalı bir gözün, ölüm sonrasına sarkacak bir ölçün olması lazım.
"Ölümden sonra ben yokum, hayat da yok." iddiası, "Bir odada iğne yok, bir mahallede Ahmet yok, hatta bir ülkede ceviz yok." demek gibi hususî bir şeyin inkârına benzemiyor ki arkadaş. Dünyada iken ahireti inkâr için, hadsiz bir kâinatı, hadsiz bir ebedî zamanı yani ölüm sonrasını da içine alan, o âlemi de teftiş edebilen ihatalı bir nazara, yani böyle bir göze sahip olman gerekiyor. Böyle bir göze sahip olamadığı için, bir inkârcının özellikle, yoktur, diyenlerin bu hükmü, nefs-ül emre, yani işin hakikatine, gerçeğine bakamaz.Onun için onların yokluğa olan delilleri de sıfırdır. Sıfır delille kendilerini teselli etmeye çalışıyorlar bir bakıma.
Özetle, her gün insanların önlerinde ve arkalarındaki cenazeler "Ben varken, ölüm yok." düşüncesinden; ölüm sonrasına ulaşamayan kısa nazarı da "Ölüm varken, ben yok." tesellisinden insanı mahrum ediyor.
İnkârcıların çokluğu da birbirine güç ve kuvvet veremez. Çünkü hepsinin inkâr gerekçeleri farklı. El ele tutuşup bir hendeği atlamaya çalışanların birbirine güç verememeleri gibi, bunların da bir mesele de ittifakları, onların fikirlerinin güçlü olmasına bir katkı vermiyor.
Özellikle, bir nevi putperestliğe dönüşmüş, akıl dışı uygulamaların sahnesine çevrilmiş, evrilmiş Hristiyanlığa itiraz eden ve muharref dinin hayalî ilâhını inkâr ederek, bu dinin ateisti olmuş beş altı feylesofu inceledim. Hristiyanlığa makul itirazları var bazılarının. Bu feylesofların, bozulmuş dinin uluhiyete dair akla ziyan izahlarına itirazlarını bizim yerli ateistler, her şeyde olduğu gibi işin önüne arkasına bakmadan alıp kendi inkârlarına medar ya da bir şekilde gerekçe yapıyorlar. Halbuki onların bazılarının inkâr ve itiraz ettikleri hususların birkısmına Müslüman olarak biz de itiraz ediyoruz zaten. Doğrular, doğru anlatılsaydı veya anlasalardı, kendi inkârlanın iç yüzlerini de görebileceklerdi belki.
Evet dostlar, olmayan bir şey, hem ispatlamaya hem de ona inanmaya çalışılmaz. Ayrıca var olmayan bir varlık, insanın aklına gelemeyeceği gibi, yok olduğu için inkâr de edilemez. İnkâr edilmeye çalışılması, bir şeyin varlığının ayrıca bir delilidir. İdeolojik saplantıların çeperlerini yıkamayan akıl, işte bu çeperlerin onu zorlamasıyla, nefsine yapışan safsata, kibir, isyan kiri, cehalet ve mugalatanın da yardımıyla o imkânsız inkârlarının sıfır delil sıratını akla ziyan teviller ile geçmeye çalışıyorlar maalesef.
Selam ve dua ile.