Sokak röportajlarına denk geldiğimde bakarım az da olsa. Geçen bir röportajda "Bütün âyetlerinde lafzullah geçen sure hangisidir?" suali, dikkatimi çekti. Gerçekten, hangi surenin tüm âyetlerinde Allah lafzı geçiyordu. Bu fakir bilmiyordu. Küçük bir araştırmada bu surenin, ilk âyetinde "zıhar" meselesinin geçtiği, 28.Cüz'ün ilk suresi olan Mucadele Suresi'nin olduğunu öğrenmiş olduk. Halbuki, bu surenin ikinci âyetinin bir kelimesinin okumasında zorluk çekmiş ve düzgün okunuşunu mahalle camisi imamına sormuştuk. Meali üzerinde de durmamıza rağmen, bu özelliğini fark edememiştik. Bu sefer, daha uyanık ve dikkatlice okuyunca, suredeki hazine değerindeki İlâhî mesajları bir daha mütalaa etmiş olduk.
Daha yakındaki bir röportajda da Trabzonlu olduğunu, serbest düşünerek Kur'an'ı da okuyup dinsizliği seçtiğini, cehaletin verdiği pervasızlıkla anlatan birini dinledim. içinde Kur'an'ın bazı âyetlerinin mevzu edildiği, kader konusunun konuşulduğu röportajda kullanılan yüz elli cümle varsa, bunun âyet isimleri ve bazı teknik terimler hariç, hepsi yanlıştı. Bu yanlışlar, bilgi eksikliği ve Kur'an'ı mealden ibaret zanneden bir anlayıştan kaynaklanıyordu. Üzüldüm doğrusu.
Yine, bir müddet özel yazıştığımız ve hâlen de sosyal medyada bazen atıştığımız sıfırcı bir arkadaş var. O da bu Trabzonlu gibi, eksik ve yanlış bilgisinin kurbanı olmuş zavallılardan. Kur'an'ı mealinden ibaret zanneden, kendinden başka da bir kuş tanımayan bu tip arkadaşlar, bazı konuları uzmanına da sormuyorlar. Bir iki meal okumuşlar, bazı hadîsleri de kendilerine göre ve eksik yorumluyorlar. Böylece röportajda konuşan gibi, ikisi de iki dünyalarını da berbat ediyorlar.
Sıfırcı arkadaş gibi, Trabzonlu da başta kader konusuna kafayı takmış. İkisi de aynı kafada buluşmuşlar. Kaderleri güya onları küfre mecbur etmişmiş de onun için el mahkûm kâfir olmuşlarmış. Her ikisi de "Allah, ahirette niye ateist oldun diye sorarsa, O'na kaderimde böyle yazdığın için kâfir oldum, derim." diyor. Kader onları mecburen İstanbul'a götürmemiş ama her nasıl olmuşsa, mecburen kâfir yapmış. Bu tiplerin gidip enselerine birer tokat vuracaksın ve devamında da "Ne yapalım, kaderin böyleymiş" desen, ne yapar ne cevap verirler acaba? İkisi de kör bir noktada buluşmuşlar böylece.
Günlük hayatta serbestçe verdiğimiz binlerce kararla, bunun onların sandığı ve anlattığı gibi olmadığını bizzat yaşadığımız gibi; yüzlerce âyetle de Cenab-ı Allah, aklımızı kullanmamızı, insan için çalışmasından başka bir kazanç olmadığını, dünyaya imtihan için gönderdiğini bildirdiği gibi, aklın ön planda olduğu istişareyi de emrediyor.
Binlerce peygamber veya kitap göndermiş, bizi bunlarla uyarmış, bize istikameti göstermek irade etmiş. "Ben kaderinizi yazdım, siz de mecburen bu filleri yapıyorsunuz." dememiş ki Allah. Hiçbir âyet de bunu demiyor. Sahih hadis de demiyor, demez de zaten. Peygamber böyle der mi hiç? Bir peygamberin böyle buyurması, kendi kendini inkâr olur zaten. "Ben size uyarıcı olarak gönderilmiş bir peygamberim ama ben sizi uyarsam da siz hidayet için ne kadar çalışsanız da sizi Allah kâfir yazmışsa, zaten kâfir olursunuz, bizim tebliğimizin bir anlamı yoktur." der mi? Bu tip arkadaşlar, kötü niyetlerine, bu sakat ve vaki de olmayan düşünceyi medar yapıp küfürlerinde inada devam ediyorlarsa diyecek bir şey yok.
Ama iyi niyetli olsalar; şöyle küçük bir araştırma, okuma veya bizim sıfırcı ile yaptığımız yazışmalarda onun maalesef yapamadığı şeyi yapsalar; yani insafla, iz'anla azıcık düşünseler, hakikati anlayacak, fiillerindeki mesuliyetlerini kavrayacaklar, diye düşünmek istiyorum.
Elbette ki kaderimiz yazılmıştır ve değişmez. Ama bu, Allah öyle yazdığı için değişmeyen bir kader değil. Sen hür iradenle öyle yaşayacaksın diye, Allah ezelî ilmiyle bildiği ve öyle yazıp tayin ettiği için senin kaderindir. Sen kendin yaşayarak görüyorsun. Allah senin hür iradenle yaşayacaklarını yani kaderini ezelden beri biliyor ve görüyor. Yoksa O, bilip gördüğü ve yazdığı için bu fiilleri yapıyor değilsin.
Cehalet ve inadın; kin ve garezin verdiği inat ve şehvetle, imana ve Kur'an'a, peygambere mesafeli bazen de düşman bir tavırla duran böyleleri olduğu gibi; halis bir niyeti olmasına rağmen, kısa bir mealden yola çıkarak, fikrî ve amelî sapma yaşayanlar da olmuyor değil. Bir arkadaşımızın anlattığını hatırlıyorum. Maddî ve manevî gayretleri de olan ehl-i hamiyet biri: "Hidayet ve delâlet Allah'ın elindedir. Sen sevdiğin kimseyi hidayete getiremezsin. Allah, dilediğine hidayet verir." mealindeki âyeti okuyunca veya dinleyince bütün gayretlerini bitiriyor ve arkadaş adeta duruyor.
Hidayet Allah'ın elindeyse, ben niçin gayret gösteriyor, insanlara hidayet yollarını göstermeye çalışıyorum ki noktasına geliyor. İşte, meal okuyun ama mealci veya mealist olmayın. Kur'an'ı mealden ibaret sanmayın, dediğimiz nokta burası. İslam alimlerine müracaat edin. Çünkü Kur'an ya da bir âyetle ilgili konuştuğunuzda, o âyetin açıklaması başka bir ayette ya da o ayeti izah eden bir hadîs olabilir. Âyetin öncesini sonrasını, nüzul sebeplerini bilmeden, sadece kısa mealinden yola çıkarsan sıfırcı veya Trabzonlu ateist gibi, iki dünyasını da yakan birer şaşkına veya gayretini bitiren bir arkadaşa dönüverirsin.
Halbuki hidayet ve dalâletin Allah'tan olması, onları yaratanın Allah olduğu hakikatinin ifadesidir. Yoksa bu ve emsali âyetler, insanın hiçbir dileme ve yönelmesi olmadan, onların hidayete ve dalâlete düşürülmesini anlatıyor değildir. İnsanın yönelmesi ve dilemesi olmadan, onlar için hidayet ve dalâlet yaratılmış olsaydı, peygamber ve kitap niçin gönderilmiş olsun ki? Az bir mantık yürütmeyle veya hidayet ve delâlet için, günlük hayatta her türlü kararımızın bizzat kendimiz tarafından alındığını vicdanen bilmemizi görmemiz dahi, bu meseleyi anlamaya yeter? Basit bir fiili Allah yarattığı gibi, ebedî saadet veya şekaveti netice veren hidayet ve dalâleti de elbette Allah yaratıyor. Yani ilkokul seviyesinde bir test ile anlaşılacak veya anlatılması mümkün bir meseleyi koca koca adamlar böyle serrişte ederek küfürlerine medar yapıyorlar. Seviyeyi görüyorsunuz.
Trabzonlu arkadaş kalp, göz, kulak gibi tasarım harikası cihazların yaratılmaları ile ilgili de ilkokul seviyesinde konuştu ki tüm inkarcıların aslında düştükleri ortak yanlış ve basitlik biraz da burada yatıyor. "Sathî nazar (bakış) zulümattır." diyor Bediüzzaman. Üstünkörü bakarsan, önün kararır, en basit bir hakikati bile göremez ve gülünç duruma düşersin. Ne kadar haklı gerçekten. "Bu cihazların bir yaratıcısı, yapıcısı, yapıp edeni niçin olsun ki?" diyor arkadaş.
Konuşmayan ağzı, yürümeyen ayağı, çalışmayan kolu olan basit bir heykel için, bir heykeltıraşı aklediyor da arkadaş; konuşan ağzı, yürüyen ayağı, çalışan kolu olan insan için, bir Yaratıcı olduğunu akıl edemiyor. Sanattan, sanatkâra intikali sağlayan basiret, böyle bir şey işte, ne diyelim? Sanattan sanatkâra intikal edemeyince, O'nun bu harika sanatı, niçin yarattığını da akıl edemiyor, düşünemiyor. Düşünemeyince de aklı olmadığı için düşünmesi de düşünme mecburiyeti de olmayan diğer mahluklardan da aşağı düşmüş oluyor.
Evet dostlar, imtihan da böyle bir şey zaten. Sonu olmayan bir yükseliş ve alçalışın meydanında olduğunun farkında olmak, bunu yaşanır bir şuur hâline getirmek ne kadar önemli değil mi?
Selam ve dua ile.