Geçen yazımızda merhum şairimiz Cengiz Numanoğlu'nun "Ya Şükür Ya Küfür, Başka Seçenek Yok" adlı şiirinden söz etmiş; şükürdeki eksiğimizin telafisi adına, sesli düşünmeye çalışmıştık.
Şiirler, umumiyetle çağrışıma açık metinlerdir. Şairin dünyasını, çevresini bilmeden, şiirlerinin bütününe bakmadan, onun şiirleri hakkında söz söylemek biraz zordur.
Merhum Numanoğlu'nun şiirlerinin arkasında, derin bir birikim ve engin bir coşku olduğunu görüyoruz. Yani şairimiz, hem sizi coşturuyor hem de kelime ve cümlelerin anlam katmanlarına dikkat ederseniz, aklınızı da ihmal etmiyor.
Sabahları, Kur'an-ı Kerim meali okumaya çalışırım. Müddessir Suresinin 42. ve sonraki üç âyetini okuyunca, yine şairimizin "Öyle bir Secde Et Ki" adlı şiiri aklıma geldi. Müddessir Suresinin 42. âyetinde bize haber veriliyor. Cehennem ehline:
"Sizi bu yakıcı ateşe sokan nedir?" diye sorulur.
Onlar da cevap olarak, "Kalu lem nekü minel musallîn" derler.
Ne demek bu?
"Biz namaz kılanlardan değildik."
Devamı da önemli.
"Yoksulu doyurmuyorduk"
Başka.
"Günaha dalanlarla birlikte biz de dalıyorduk."
Gerçekten her bir âyet bir yıldız gibi hidayet rehberi.
Namaz kılmak yetmiyor. Namazın hakikatinden de haberdâr, olmak; yani yoksulu doyurmak, tekâsür hastalığından uzaklaşmak, onu sadece bir emir ve mecburiyetten ibaret görmemek, her namaz vakti yaklaştıkça da heyecanlanmak önemli. Hakikaten namazda derinleşmek de gerek. Bu, biraz da namazın devamlı olması için de şart gibi.
İsterseniz biraz derinleşmeye çalışalım. Namazı emreden 9. Söz'ün başında yer verilen, Rum Suresinin 17. ve 18. âyetlerinde, biraz dikkat edince, âyetlerde "namaz kılma vakitleri" için, "namaz kılma vakti" yerine, "tesbih ve hamd vakti" denildiğini görüyoruz. Bunu da bir göreve çağırma, "Mecbursun, yapmak zorundasın" edasıyla değil de "farkındalığı fark ettirerek" yapıyor. "Sabaha ermek, akşama kavuşmak, güzellik, iyilik ve rahmetle kuşatılmak karşısında hiç teşekkür etmez misiniz? Ne mükemmeldir bunu yapan? Ne güzeldir bunu önümüze getiren, deme ihtiyacı hissetmez misiniz?" diyerek yapıyor.
Her bir namaz vakti, tesbih ve hamd vakti. Yani içimizdeki hayret ve minnet ateşini "Mahbûb-u Sermedinin çeşme-i rahmetine teveccüh edilerek" serinletme vakti. Yani bir "Rahim-i Kerim'in kapısına niyaz ile iltica" vakti. Hakikî hayat-ı ebediyenin saadetine medar olacak bir güzel ve hoş ve rahat ve rahmet hizmete sarf etme" vakti.
Şairimizin "Öyle Bir Secde Et Ki" şiirine bir bakalım.
"Öyle bir secde et ki kibir yere çakılsın,
Her secdede alnına takva tacı takılsın."
....
"Öyle bir secde et ki Kur'an kalbine insin,
Bir nasuh tövbe ile tüm günahlar silinsin."
...
"Öyle bir secde et ki ruhun şirkten arınsın,
"Sübhanallah sevdası", yüreğinde barınsın."
Birkaç dörtlüğünü atlıyorum. Son dörtlüğü de şöyle:
Öyle bir secde et ki ecelin geldiği gün,
Başlasın kabristanda sana özel bir düğün,
Allah Celle verdiği nimetleri katlasın,
O muhteşem düğünü melekler de kutlasın.
Hani, Mevlânâ ölümü, "şeb-i arus" yani düğün gecesi olarak görüyor ve öyle tarif ediyor ya. Son dörtlükte ona bir telmih de var.
Fakat bu fakir, daha çok, dördüncü dörtlükte geçen, "Sübhanallah sevdası, yüreğinde barınsın" kısmına bakıyorum.
Ruh, secde ile şirkten arınacak ve sacidin yüreği, sübhanallah sevdasıyla dolacak. Şirkten arınacak çünkü. Yüzünü sadece "Kadîm-i Lemyezel ve Bâkî-i Lâyezâlin arşına çevirecek." Bir tek "Hizmet-i Mevlâ için el bağlayıp Daim-i Bâkî olan Zâtın huzuruna yönelecek." Ubudiyet ve tesbihini, hamd ve senasını sadece kusursuz, misilsiz, nihayetsiz, muinsiz, şeriksiz, vezirsiz kemâline, cemaline, uluhiyetine arz edecek. Bunu da hiçbir aracı olmadan, "Bir tek sana ibadet eder, senden yardım isterim." arzı ile yapacak.Böyle nezih, temiz, aracısız teveccühe bir şerik karışabilir mi, mümkün mü?
"Sübhanallah sevdası" ne kadar güzel bir ifade değil mi? Onun kusursuz celâline karşı kavlen ve fiilen tespihte bulunmak, bunu bir vekil-i umumi sıfatıyla âlemin sayfalarına aktarıp ilan etmek. Başka bir ifadeyle "Ey Rabbim! Her şey iradesizce, olduğu hâliyle zaten sana ibadet ediyor. Ben de onların sana ibadetlerini gördüm, onları da yanıma alarak, hep birlikte ibadetimizi sana takdim ediyorum. Bu kadar ihsanata küllî bir ibadetle karşılık veriyorum." demiş oluyoruz, ibadet ve tespihimizle. Asıl mesele, ibadetimize bu derinlik ve enginliği, böyle bir coşku ve heyecanı katabilmekte yatıyor.
Merhum şairimiz her dörtlüğün başında, altta vereceği mesajı secdeye yüklemek adına "Öyle bir secde et ki" diyor. Niçin "öyle bir rükû ve kıyam et ki" demiyor? Herhalde âlemlere ve âlemlerin ibadetlerine kutsî bir fihrist mahiyeti ile namazın secdesi de o kutsî mahiyetin özeti olduğundandır.
Namaz, tesbih ve tazim şükür ve hamd için emredilmiş. Tesbih, Allah'ı kusursuz bilme ve görmenin en hulâsa şekilde dil ile, sübhanallah kelamıyla ilan olduğu gibi, secde de bunun hâl olarak ilanıdır. Ve Allah'a mânen en yakın ve sevimli şeklimiz ve resmimizdir. Bir nevi münacatımıza ve arzımıza attığımız imzamız, kimlik bildirimimizdir; tevazu ve mahviyette zirvemizdir.
Elbette biz tesbih, tazim ve hamd için secdeyi, secde vaktini beklemiyoruz, bekliyor değiliz. Bu fıtri vazifemizi her vakit yapıyoruz. Ama namaz "an"larında daha çok, daha yoğun yapıyor ve bu çabamızı secdemiz ile de taçlandırıyoruz.
Şairimiz de bu secdeyi öyle ve anlamlı güçlü yap ki;
- Kibir yere çakılsın,
- Kur'an kalbine insin,
- Kalbin imanla dolsun,
- Ruhun şirkten arınsın,
- Gaflete gem vurulsun,
- Duaların çoğalsın.
Nihayet, ecel geldiğinde kabristanında meleklerin de katılacağı, kutlayacağı bir düğün olsun" diyor.
Evet dostlar, öyle bir secde yapabiliyor muyuz? Yoksa, biz secdede iken, kafamızda dans mı oluyor? Secde, Rabbimizle irtibatımız, Ona teveccühünüzün en dinamik anlarıdır. O "an"larımızı, var edilişimize şuurlu mukabele anlarına çevirelim. Yani akleden insanı olalım.
Selam ve dua ile.