Bir ara, hayatında hiç Risale okumamış; sadece bir defa bir sohbete katılmış bir arkadaşla takışmıştık. Cehaletin de verdiği şehvetle, üstad hakkında ileri geri atıp tutmaktan kendini alamayan bu arkadaş, üstadın İkinci Meşrutiyetten evvel "Uğradığım" dediği tımarhaneyi nazara veriyor: "Deli olmasaydı, tımarhanede ne işi vardı?" diye de nara atıyordu. Üstadın tımarhaneye düşüş sebebi, sonradan bir mektubunda "Şefkatli Sultan" diye nitelediği İkinci Abdülhamit'e sunduğu Medreset-ü Zehra projesini anlatan dilekçeye karşılık Mabeynin (sarayın görevlerinin) üstada teklif ettiği yüklü maaşı (sonradan 30 lira olmak üzere bin kuruş) sonu Fizan veya Yemen de olsa sürgünü de göze alarak, "Ben maaş dilencisi değilim bin lira da olsa kabul edemem. Kendim için gelmedim, milletin için geldim. Bu maaş, beni susturmak içindir. Acaba maarifi te'hir (eğitimi geciktirmek) maaşı ta'cil (maaşı acelileştirmek) hangi kaide iledir" cevabıdır. Üstad burada görevli doktorların gelip onu dinlemeleri müddetince, kısa bir süre orada kalıyor ve üç doktorun da, "Bu zât deliyse, dünyada akıllı insan yoktur" raporu üzerine salıveriliyor.
Arkadaşımız, Said Nursi'nin hayatını, belki de bir haftalık hem de yukarıda anlattığım şekilde geçen kısmını anlatarak, sanki Said Nursi ömür boyu tımarhanede kalmış; başka da bir şey yapmamış, eser te'lif etmemiş, şeklinde seksen seneyi aşan bir bereketli ömrü, yok sayarak yansıtmaya çalışıyordu. Arkadaşa, yaptığı yanlışı hatırlatıp üstadı tanıtan kısa bir not gönderince, biraz mahçup da oldu. Fakat devamında insafa gelip gelmediğini bilemiyorum.
Bu girişi niye yaptım? Geçenlerde, sosyal medyada kendisini sıfır noktada tanıtan bir arkadaşla epeyce yazıştık ve devam da ediyoruz. Küfrün, nasıl acayip bir cehalete dayanıp insanı sarhoş bir divaneye çevirdiğini bir defa daha müşahade ettim maalesef.
Hani yukarıda anlattığım arkadaş, üstadı tımarhaneye atıyor ve öncesine ve sonrasına hiç bakmadan, Said Nursi sanki ömür boyu orada kalmış intibaına kapılıyor ya. Bu arkadaşımız da Peygamber Efendimizin (aleyhisselatu vesselam) peygamberlik öncesi ve sonrası, uzun ve nezih ve on binlerin gözü önündeki açık seçik hayatına bakmadan, sanki tek başına yaşayan bir kişi durup dururken dağa çıkıyor; vahiy aldığını söylüyor ve onun tabiriyle, "Karanlık bir dönemde, bir mağarada adamın teki, Allah ile görüşüyor. Ya o adam yalan söylüyorsa, (haşa) nasıl güvenelim, bir resmi bile yok" ifadesini kullandı.
Sanki Peygamberimiz, kırk yaşına kadar yaşamamış da aniden ortaya çıkmış; vahiy aldığını söylemiş ve ondan sonra da kaybolmuş gitmiş. Arkadaş da: "Onun verdiği bu tek şahitli habere inanmak istemiyorum." diyor. İnanın, ne diyeceğimi şaşırdım doğrusu. İnkârın nasıl bir cehalet üzerine bina edildiğini bir kez daha yakından müşahade ettik.
Peygamberlik öncesi ve sonrası, dakika dakika sahih bir şekilde bize intikal eden ve dost ve düşmanın "Muhammed-ül Emin" diye vasıflandırdığı âlemce bilinen bir Zât-ı Nuranî (ASM) için, "karanlık bir dönemde çıkan bir zât" ifadesi, ne kadar kaba, itici ve hilaf-ı hakikat değil mi?
Hele "yalan söylüyorsa" kısmını, içinden geçirse bile, bir insanın bunu ifade edebilmesi ve bunu yüzü kızarmadan söylemesi, tüyler ürpertici, eşsiz bir alçalmaya denk geliyor.
Hani çeşitli zeminlerde özellikle gençlerle, öğrencilerle buluşuyor; konuşmalar yapıyoruz ya. Yeri geldiğinde onlara, "Ortada daha başta Kur'an dahil, diğer mucizeler bile yokken, Hazret-i Peygamber insanlara peygamber olduğunu nasıl nasıl anlatıyor ve gösteriyordu?" diye sorarız. Çeşitli cevaplar arasında, bazen isabetli cevaplar da alıyoruz. Maşallah, gençler de özellikle düşünenler için cevap kolay oluyor. Biz de verilen doğru cevapları "Mucize-i Muhammed'i aynı Muhammedidir (Aleyhisselam)" cümlesi ile özetliyoruz.
Bu cümle hangi hakikati veciz şekilde anlatıyor? Hz. Peygamberin başta kendisi, tek başına kendinin ve davasının doğruluğunun şahididir. Kendi Zâtı davasının büyük delilidir. Bu, mücerret, altı boş bir iddia değildir. Bizzat onu görüp "Bu yüzde hile olamaz" deyip iman edenlerden tut; "Hazret-i Muhammed, başarmak istediği hayatı vahiy olarak takdim etmiştir. Bu, İlâhî bir vahiydir" diyen 1934'te vefat etmiş Fransız Kur'an mütercimi Prof Edward Monte kadar binlerce dost ve düşman onun şahididir.
Yine epey oluyor. Üniversiteli bir grup arkadaşla birlikte olmuş; özellikle kimya bölümünde okuyan bir arkadaşın Hazret-i Peygamberle ilgili epeyce şüphe ve sualleri üzerine konuşmuştuk. Yanımda Risale-i Nurlarla birlikte, Salih Suruç'un iki ciltlik yine "Peygamberimizin Hayatı" kitabı da vardı. Arkadaşımızın bütün suallerini, bizzat ilgili sayfaları bularak cevaplamaya çalıştık. Her sual ve cevabı okuyuşumuzda, hayretlerini ifade etti. Dört saatten fazla süren bu tahkiki okumamızdan sonra, kalktı ve bize sarıldı. Hürmetlerini ifade ettikten sonra "Hocam, sanki kafama çiviler çakılıydı. Her soru bir çivi gibiydi. Şimdi çivilerin birer birer çıktığını ve kafamın rahatladığını hissettim" cümlesini söyledi.
Bunda elbette sahih kaynak ve derinlemesine incelemenin önemi büyüktü. Yani duyduğun veya okuduğun bir şeyi tahkik etmeden, ona teslim olmamak elzem. Bu, aslında her durum için geçerli. Geçenlerde, yine Kur'an'dan başka kaynak olamaz, diyen malûm zihniyetin sözcülerinden birini dinliyorum. Üstadın da "Buhari'de görmek, aynı sahabeden işitmek gibidir" dediği Sahih-i Buhari'yi hedef alan şahıs, Buhari'de geçtiğini iddia ettiği bir hâdis naklediyor ve başka birine, "Bu sahih olduğu söylenen hâdis, Kur'an'a uyar mı?" diye soruyordu. Söz konusu hâdis, bu arkadaşın naklettiği gibi mi diye bir tahkik ettik. Dağlar kadar fark ve aslının öyle olmadığını gördük. Demek piyasada gezen her söz, kalbin saklamasına değmiyor.
İşte, bu sıfırcı arkadaş gibi, küfre düşmüş, bulaşmış çoğu kişiyi dinlediğimizde, kendi dar ve sığ bilgi ve birtakım kuruntuların onların akıllarını esir aldığını ayan beyan görüyorsun. Arkadaşın "Allah niçin Güneşin her insana ışığıyla kendini bildirdiği, gösterdiği gibi her insana kendisini tek tek bildirmiyor da araya peygamberi vasıta kılıyor?" sorusu da küfrün aklı küle çevirdiğinin örneklerinden.
Halbuki biz kendi vücudumuzun bile uzağındayız. Kalp, göz, kulak gibi hayatî cihazlarımızın çalışmasına ne müdahale edebiliyor ne de onlardan tam haberdarız. Böylece bizim uzağımızda olduğumuz kendi vücudumuz, her an Rabbimizin ilim ve iradesi, rahmet ve hikmetinin kontrol ve tedbiri altında işliyor; hayatiyetini sürdürüyor. Yani O, sana senden daha yakın zaten. Vücudun böyle de kâinat, yıldızlarından galaksilerine; güneşlerinden bulutlarına; milyon tür hayvanatından, bahirlerine ve içindekilere kadar her şey başıboş mu? Bu unsurların çarpmadan, taşmadan, karışmadan ve hiçbiri unutulmadan idare ve tedbiri bize bir şey anlatmıyor mu? İnsan az dikkat etse ve başını kaldırsa, kendisinin ve diğer hadiselerin başıboş olmadığını ve çok hikmetli vazifelerde koşturulduğunu anlar.
Allah, bizimle bu muazzam idare ve sanatları ile konuşuyor. Süleymaniye'yi Sinansız izah edemediğimiz gibi, kâinatı da Kur'an'da bize kendini tanıtan, kâinatın da şahidi olduğu sonsuz ilim ve kudretiyle Allah olmadan izah edemezsiniz. Her bir fen bu izahın ve sanat lisanının birer delilli tercümanıdır.
Ha, peygamberlerde olduğu gibi, herkes için gayb perdesi kalksın isteniyorsa, o zaman imanın tarifini nedir kardeşim? Yani bu tip arkadaşlar, belli de farkında olmadan, "Senin varlığın inanıyorum, çünkü seni görüyorum" cümlesindeki garib hâle düşmüş oluyorlar.
Evet dostlar, maddiyatta darlaşan akla, iman ve İslam'ın meselelerine uzak kalarak ecnebileşmiş anlayışa, hele bir de gurur ve enaniyet de eklenince, adını koymakta zorlandığımız fikir ve düşünceler insana musallat oluyor. Bu yazıda bir ikisine yer verdik. Birkısmını da bir sonraki yazımızda ele alacağız. Hidayet ne büyük bir nimet özellikle bu dönemde erişilmesi gayret isteyen bir kıymet olduğunu daha iyi anlıyoruz. Değerini bilelim inşallah.
Selam ve dua ile.