Talha Hakan Alp ve Arka Fondaki Leke-2

Habibi Nacar YILMAZ

Evet, Talha Hakan Beyin felsefe okuyarak bu noktaya geldiğini yazmıştık. Birinci yazımızda yazmıştık ya. Biraz dışarıdan bakmak lazım, diyor arkadaşımız. İçeriden bakınca, bazı şeyler görünmüyormuş. Peki, olsun. Olsun da niye bu ihtiyacı hissetmiş? Öncelikle serbest takılmak için değilmişmiş. Bu tip arkadaşlardan bunu çok duyuyorum. Biz İslam'a fikren uzağız ama onun dairesinde yaşıyor gibiyiz, derler hepsi. Sarhoşluktan, hırsızlıktan vesaire uzağız demeye getiriyorlar. Âlem yapmak için dini terk etmiyorlarmış yani. Fakat ruhlarını yırtıklarının, akıllarını bir esarete hedef ettiklerinin farkında değiller herhalde. Felsefe sarhoşluğu, dediğiniz sarhoşluktan bin kat daha beter olduğu akıllarına gelmez mi hiç?

Yaratılış, yaratılışın gayesi, ölüm, ölüm sonrası, eşyanın durmadan gelip gitmesi, akılla halledebilecek cinsten mi ki akılla halledilebilsin de güya düşünen bu arkadaşlar da rahat edebilsinler. Edemezler, edemediklerini de kendi beyanlarından anlıyoruz zaten. Uzun olduğu için, bu beyanlara girmiyorum şimdilik.

Talha Hakan Beyin konuşmasından, kader konusunda da sıkıntılar yaşadığını anlıyoruz. Kelâmın bu konuda açık izahları olduğu için, ilim nev'inden olan kaderin malûma yani bizim hareketlerimize tâbi olduğu hususunu izah etmeyi zâid görüyorum. Ve bu konuyu Risale-i Nurlardan Sözler kitabı 26. Söz Kader Risalesi ile, İşaratü'l İ'cazın başındaki Kader konusuna havale ediyorum. İnsanın fiillerini Allah'ın ezelî ilmiyle bilip takdir etmesi, insanı kaderin mahkûmu kılmaz. Allah bizim fiillerinizi ezelî ilmiyle biliyor ama o fiilleri yapan biziz. Bilen değil, yapan mesuldür. Yani Allah, fiilleri belirleyen değil, bilendir. Biz kaderin elinde oyuncak değiliz. Talha Bey bunu böyle ifade etmemeliydi.

Onu sıkıntıya sokan asıl noktaya geliyorum. "Abdühu ve Resuluhu"yu sorguluyor arkadaşımız. Abd olan nasıl resul olabiliyor, demeye getiriyor. Bizim gibi; yiyen, içen, adiyattan fiillerin sahibi; birden vahye muhatap oluyor ve Ulûhiyet dairesinin bir nevi bir parçası ve temsilcisi olabiliyor. Bunu anlamak ve kabul etmek, mümkün mü, demek istiyor. Aslında, başta Mekke müşrikleri tüm peygamberlerin ümmetleri, peygamberleri için aynı şeyi söylemişler. Sen de bizim gibisin, nasıl peygamber olabilirsin, sualiyle bu konuyu anlamaya değil de sorgulamaya, inat ve küfürlerine bunu, medar yapmaya çalışmışlar.

Bu husus, Risale-i Nurlarda en çok izah edilen konulardan biri gerçekten. Burada hepsini almak zor ama bir ikisine işaret edebiliriz:

"Binaenaleyh, tarihlerin naklettikleri Peygamberimizin (Aleyhisselam) bidayet-i hayatına maddî, sathî, sûrî bir nazar ile bakan bir adam, şahsiyet-i mâneviyesini idrâk edemez. Ve derece-i kıymetine vâsıl olamaz."

İşte, Talha Hakan'ın en büyük problemi, onu zora sokan hatası da bu zaten. Hz.Peygamber'in ilk ve bize bakan, bize örnek olması, "ef'ali ile ahvali ile etvarıyla ders vermesi" yönüyle; siyer ve tarihe geçen beşerî ahval ve etvarında, o Zât-ı mübârekin tamam-ı mahiyetini ve hakikat-i kemalâtını görmek istiyor. Güzel kardeşim, nihayetsiz rahmet-i İlâhiyeye, ümmetinin hadsiz salavatına mazhar olmuş, Halık-ı kâinatın tercümanı ve Habibi makamında bulunan bir Zâtın mahiyetinin tamamı, mesela bir bedevî Arapla bir at alışverişinde münazarasındaki etvarına sığışır mı? O'nun bu iki şahsiyetine ayrı ayrı bakmak ve bu iki şahsiyeti karıştırmamak gerekmez miydi? Bak, Üstad Said Nursi bunu nasıl ifade ediyor?

"Ancak bidayet-i hayatına ve levâzım-ı beşeriyetine ve ahval-i zahiriyesine ince bir kışır, nazik bir kabuk nazarıyla bakılmalıdır ki o kışır içerisinden iki âlemin güneşi ve tûba gibi şecere-i Muhammedî Aleyhisselam çıkmıştır. Ve feyz-i İlâhî ile sulanmış ve fazl-ı Rabbanî ile tekâmül etmiştir. Binaenaleyh, Nebiyy-i Zîşanın (Aleyhisselam) mebde-i hayatına ait ahval-i suriyesinden zayıf bir şey işitildiği zaman, üstünde durmamalı; derhal başını kaldırıp etraf-ı âleme neşrettiği nurlara bakmalı."

Elbette Hz. Peygamber, sadece mazhardır ve mâkestir; memba ve masdar değildir. Yani hiçbir şeyin hakikî sahibi ve kaynağı değildir. Yani O'nun terakkiyat ve kemâlâtı zâtî malı değil; Rahman-ı Rahimin tecellisidir ve O'na ihsanıdır. O Zât sadece abittir ve ibadetçe herkesten ileridir.

Yine, o Zât'ı (Aleyhisselam) ibadeti cihetiyle bir misal-i muhabbet, bir timsal-i rahmet, bir şeref-i insaniyet, en nuranî bir semere-i şecere-i hilkat olarak görüyoruz.

O'na risaleti ciheti ile bakınca da O'nu bir bürhan-ı Hak, bir sırac-ı hakikat, bir şems-i hidayet, bir vesile-i saadet olarak görüyoruz. Felsefenin sönük merdiveni ile arşa yükselmeye, hakikate erişmeye çalışan Talha Hakan Alp kardeşim, sen yumurtasından çıkıp tekâmül ederek semalarda tayarana başlayan güzelim tavus kuşunun güzellik ve kemalâtını, onun yerde kalmış yumurtasının kabuğu içinde aramaya, onun terakkiyatını kabukta bulmaya çalışan, en basit tabiriyle bir şaşkına dönmüşsün. Silkinip Kur'an'a dönmeni tavsiye ediyorum, acizâne. Bir daha, bir daha âyât-ı Kur'aniyede tefekkür etmeni şiddetle ve ısrarla tavsiye ediyorum.

Bu arkadaşımızın takıldığı başka bir hususa da kısaca işaret etmeden geçmek zor. İman, delillendirilemezmiş. Nasıl yani? Hangi hususa, hangi delili istiyorsun azizim? Güneşin varlığı için, onun ışığı yetmez mi? Güneş var, ışığı yok. Buna Güneş denir mi? Allah varsa ki bunu kabul ettiğini anlıyorum. Kendini bildirmemesi düşünülebilir mi? Ulûhiyet, risaletsiz olur mu hiç? Ulûhiyetin bütün delilleri, risaletin; risaletin bütün delilleri de Ulûhiyetindir. Aksi düşünülemez. Ayrıca, mucize-i Muhammedî, ayn-ı Muhammedîdir. (Aleyhisselam) O, kendi kendinin delilidir. Birkaç müşrik, cehennem oduncusu hariç, Asr-ı Saadeti, teşkil ettiği cemaat-i uzması, bu yüzde yalan olmaz, diyerek teslim olanların şehadeti, O'nun siret ve sureti, O'nun en büyük delilidir. Buna bazı bedbahtlar hariç, itiraz eden de yoktur herhalde.

Kâinatın kıraatı, tercüme-i ezeliyesi, âlem-i gayb ve şehadetin lisanı, insanlığın hâdi ve mürşidi olan Kur'an'a da itiraz ediyor arkadaş. Beşer kelâmına ve diyaloglarına benziyormuş bazı âyetler. Şeytan da aynı itirazları ediyor zaten. "Nasıl Allah'ın sanatı, beşer sanatına benzemiyor, kelâmı da benzememeli." diyor verdiği vesveselerde. Musa Aleyhisselam'ın muhatap olduğu gibi muhatap olabilme imişiz zahar. Ama bihûş olmadan nasıl muhatap olacağız, o hususta bir önerileri de yok arkadaşların.

Talha bey, bir kelâma değer katanın o kelâmı "Kimin, kime, niçin ve hangi makamda söylediği" gibi dört husus olduğunu bilmez mi acaba? Elbette ki beşere ders ve hidayet vesilesi olarak gönderilen kelâm-ı İlâhî, beşerin anlayacağı ve ülfetli olduğu üslûpta ve ona yakın olan cümlelerle olmalıdır. Başka, anlamsız bir yığından ibaret kalmaz mı? Buna tenezzülât-ı İlâhiye diyoruz ki Kur'an'a ciddi muhatap olan bir insanın bundan rahatsız olması ve anlamaması mümkün değildir.

Evet dostlar, başlıkta "arka fondaki leke" demiştik ya. İşte problem o lekede. Rububiyet-i İlâhîyeyi tenkit elleriyle yoklamaktan kaynaklanıyor her şey. Din-i mübin-i İslâm'a eleştiri getiren dar zihinler, onun açık dokuz yüz doksan dokuz kapısından bu kasr-ı İlâhiye girmek yerine; anlamakta zorlandıkları zahiren kapalı bir kapısında duruyor ve hükümlerini veriyorlar: Bu saraya girilmez. Böylece iki dünyalarını da berbat ediyorlar. Hidayeti isteyen insan, yaratan Allah'tır. Dâlalet peşinde koşanlar, dalalete meyledenler, fıtratlarını yırtanlar layık oldukları yere fırlatırırlar.

Selam ve dua ile.

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (4)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.