Deprem bölgesi Adıyaman Kahta'da, Yüksek Elektrik Mühendisi ve Enerji Uzmanı Ömer Çelebi kardeşimiz var. Sosyal medyayı aktif kullanıyor ve bulunduğu bölgeyi anlık olarak yansıtmaya çalışıyor. "Bir kavmin efendisi, o kavme hizmet edendir." hadîsi de paylaştıklarından biri. Ama bu hadîsin mânasını sözde bırakmıyor, buna mazhar da olmaya, bunu yaşamaya çalışanlardan bir kardeşimiz. Bulunduğu bölgede elektrik şebekesinin düzgün işlemesinden tut, konteyner kentlerin kurulmasına kadar elinden geleni yapmaya gayret ediyor.
Ömer Bey diyor ki, Adıyaman'da karşılaşan tanıdıklar birbirine "Sizden kaç kişi gitti?" sorusunu sormaya başlamışlar artık. "Kaç kişi, dünya sahnesindeki vazifesini bitirip asıl yurduna sevk edildi?" mânasında soruyorlarmış yani.
Şairin:
"Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan,
Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol."
dizelerinde, şairimizin"meçhul" dediği yer, meçhul değil elbette. Ama o kalkışta mendil ve kolun sallanmadığı kesin. Şairin meçhul dediği yer, vatan-ı aslimiz, rahmet diyarı. Diğer güzel bir ifade ile sürprizler âlemi. O diyarın Sahib-i Zülcelâli, Kur'an'la o yolumuzu aydınlatmış ve bize tarif etmiş. Geniş anlamıyla "faş âlemi" yani. Amel sayfalarının açılacağı, hiçbir hizmetin kaçırılmadan yazıldığının gösterileceği, hiç kimsenin de haksızlığa uğramayacağı, herkesin yaptıklarının önüne döküleceği ispat âlemi. Bazı yüzlerin kararacağı, bazılarının ağaracağı, kimsenin kimseye himmet edemeyeceği, herkesin kendi derdine düşeceği âlem kısaca.
Ömer Çelebi Bey, paylaşımlarının birinde bütün bunları özetleyen bir paylaşım daha yapıyor. "Telefon rehberimdeki kırk kişinin ismini sildim. Olsun, cennette görüşeceğiz ya!" Evet cennette görüşeceğiz ya! Ne güzel bir müjde! Ruhu dinlendiren, başta insaniyetimiz her şeye kıymet katan, her şeyi anlamlandıran, daha doğrusu dünya âleminin kıymet katsayısı, öte dünya değil mi zaten? O dünya olmayıp her şey bu dünyada bitecek ve sonumuz hiçlik olacak ise, yaşamanın ne anlamı olur ki? Daha önemlisi, canlarını öteye yolcu eden ve onların ayrılık acısını kalbinde hisseden Ömer Beyi ve bunu hisseden insanı başka ne ile teselli edebilirsiniz?
Gerçekten iman, mânevî bir cennetin çekirdeğini taşıyor böylece. Onunla yükselen insan, cennete layık bir kıymet aldığı gibi, aksisi de o nispette cehenneme ehil ediyor insanı. Dünyada iki zıt olarak çarpışan nur ve nar silsileleri, meyveleri ile beraber ebede gidecek; ahirette cennet ve cehennem suretinde tezahür edecek. Bu dünyadaki lütuf ve kahır, iki tecelli ile kendini gösterecek; ebede karşı dalgalanarak giden mevcudat, kendilerine münasip iki havuza dökülecek, eğilerek giden hilkat ağacı, iki meyve verecek. Cinlerin ve insanın amelleri, ince bir adalet süzgecinden sonra, güzde ölmüş ağaçların baharda dirilmesi kolaylığında yaratılacak cennet ve cehennemde, sahiplerinin ayağı, eli, gözü ve kalbi olacaktır.
Bunları, bu kâinatın sahib-i hakikisi ve insanı bu âlemde şefkat ve merhametine, lütuf ve ihsanına bazen de arkada saklı güzellikleri bilemediğimizden, felaket olarak nitelendirdiğimiz deprem gibi hallere muhatap eden Zat-ı Kadir haber veriyor bize. Yoksa bir saniye sonramızı göremeyen ve keşiften mahrum aklımızla bu hakikatlere vakıf olabilir miyiz?
Bu "Sahib-i Hakiki" de anlamak ve kavramakta çok zorlandığımız önemli bir husus. Yine deprem bölgesinden bir arkadaş paylaşmıştı. "İki sene pandemi döneminde evlere hapsedildik, bize evden çıkmayacaksın denildi. Şimdi de eve girmeyin deniliyor. Demek bu ev bizim değil."
Başka bir paylaşım daha dikkatimi çekiyordu.
"Beni, kiracı olduğum evinden çıkarmak isteyen ve evi daha yüksek fazla bedelle kiraya vermek isteyen ev sahibi ile ben, şimdi dışarıda soğuk havada aynı ateşin karşısında ısınmaya çalışıyoruz." Buyurun evin hakiki sahibinin kim olduğuna karar verin. Apartman diye çürük yapıları diken, onlarca evin sahibi başka bir müteahhit de depremzede olarak bir otel odasında gözaltına alınıyor. Dün randevu ile ancak görüşülebilen arkadaş, bugün görüşmek istemediği adamlar tarafından kurtarılmasını bekliyor. Sahibi olduğun malın, mülkün tapusu, öldükten iki gün sonra, üzerinden düşüyorsa; parıltılı makamlar bir müddet sonra elinden alınıyorsa, hiçbirinin hakiki sahibi değiliz, demektir.
Tekrar Ömer Bey'in rehberinden mecburen sildiği ve cennette buluşacağız ya, diyerek tam bir teselli bulduğu mevzuya dönelim. Geçenlerde, kendini sıfır noktada tanıtan biri, Risale-i Nurların ders okunduğu bir televizyon kanalını dinlediğini, depremzedeler ile ilgili anlatılanlardan hayretler içinde kaldığını ifade ediyor ve bunları yanlış buluyordu. Peki, onlar yanlış ise, doğrusu nedir o zaman, onu da söylemiyordu. Anlaşılıyor ki kendisi "Musibetzedelerinin elim zayiatını hebâen mensur gösterip" zaten maddî ve mânevî yıkıma uğramış insanları, "müthiş bir ye'ise (ümitsizliğe) atmaktan" başka bir çaresi ve önerisi yok. Ne diyeceksin arkadaş bu insanlara? Nasıl teselli edeceksin onları? "Tedbir alınsaydı, sağlam bina yapılsaydı, böyle olur muydu?" diyeceksin anlaşılan. Anladım da o sözlerin zamanı şimdi değil ki. "İşini doğru yap, sonra tevekkül et." zaten Rabbimizin emri. Bunu yapmamak, şartları yerine getirmemek, hem dünyada hem de ukbada elbette cezasız kalmayacak. Mesuller, şimdi kaçsa da kurtulsa da bir adalet süzgecinden geçecek. Sen buna da inanmadığın için zaten bu noktada da sıfırdasın. Zulmet içinde zulmettesin. Fakat hem hatasız hem de masum olup da bu meşakkate, musibete muhatap olana; evi, işi, malı bitmiş veya canı gitmiş olana nasıl bir teselli vereceksin? Onu da söylesene. Biricik evladını, anne ve babasını yahut dostunu, arkadaşını ahirete yolcu etmiş; sana göre onlardan ebediyyen ayrılmış, onlarla bir daha buluşma ümidi kalmamış insana, "Bu musibetteki gazap ve hiddet içinde, onlara bir rahmet cilvesi olabilecek", onları rahatlatacak, onlara teselli verecek nasıl bir müjden veya az da olsa bir tesellin var.
Yine onlara Said Nursi'nin Kur'an ve hadisten mülhemen "O masumların fani malları, onların hakkında sadaka olup bâki bir mal hükmüne geçtiği gibi, fâni hayatları da bir bâki hayatı kazandıracak derecede bir nev'i şehadet hükmündedir." tesellisi yerine, hangi müjde onlara merhem olabilir? Bu neticelere bakınca, "Büyük ve dâimî bir kazancı kazandıran bu zelzele, onlar hakkında aynı gazap içinde bir rahmet" olduğunu da zaten anlıyoruz Evet, böyle bir netice olmazsa zaten normal bir insanın bu vaziyete tahammülü gerçekten zordur.
Trabzon'da küçük de olsa işlettiğimiz bir giyim mağazamız var. Depremzede kardeşlerimiz az da olsa geliyorlar. Konuşmamızın beşinci dakikasından sonra, her şey yerini göz yaşına bırakıyor. Onlardan aldıkları malın bedelini istemek ise, ruhumuza bir işkence olacağından ifade bile edemiyoruz. Şimdi canını bile zor kurtarmış, bir sürü yakınını yolcu etmiş böyle bir insana, hangi teselliyi vereceksiniz? "Ebedi bir karanlık ve ayrılık" haberin ya da telkininin kaç para kıymeti olabilir?
Ölüm bir kayıp değildir, bir vuslat bir kavuşmadır. Vazifeden bir terhis, asıl vatana, hizmetini bitirip ücret almaya bir sevkiyattır. Bizler eşyayı ve olayları değerlendirirken, onların ön yani bize bakan yüzüne, sadece gördüklerimize bakarak karar veriyoruz. Ön yüzü çirkin olunca, bu çirkinlik arka yüzündeki güzel yönleri bize göstermiyor, onlara perde oluyor. Ölüm de ön yüzü kabir yönüyle biraz karanlık ve sevdiklerimizden bizi ayırması yönüyle de çirkin olduğundan, güzel yönlerini görmekte zorlandığımız hakikatlerden en önemlisi. Onun perde arkasını, ölümün sahibinden, bu sevkiyatı yapan ve gidilecek âlemi hazırlayandan öğrenebiliyoruz ancak.
Evvelâ ölüm, bir hayatı kaybetmek hiç değil. Ebedî bir hayatta devam için, bir mekân ve vücut değişimidir. Çeşitli elem ve arızalarla dolu dünyevî bir vücudu bırakıp ebed alemine münasip bir vücudu giymeye gitmektir. Onun için çok dostlarımızı uyardığımız olmuştur. "Annemi kaybettim." diye yazan bir eğitimci arkadaşı "Hayır, asıl vatanına, rahmet diyarına yolcu ettiniz." diye yazınca, çok memnun olmuştu. Eşinin ölümüne ağlayan hem de din görevlisi bir arkadaş "Ölüm terhistir." cümlesinin tesellisini ömür boyu unutamamıştır.
Asıl kayıp nedir biliyor musunuz? Kaybedince, bir daha kavuşmamızın mümkün olmadığı şeydir. Yani yerinin doldurulmasının mümkün olmadığı şey, asıl kayıptır. Yoksa fâni ya da sana ait olmayan ve sana geçici olarak verilen şeylerin, bir müddetliğine senden alınması, kayıp değildir. Ölümle sana emaneten verilen hayat, bir daha geri alınmamak üzere sana iade edileceğinden, ölüme "kayıp olarak", ölen kişiye de "kaybedilen kişi" olarak bakamayız.
Evet dostlar, asıl kayıp maddecilik hastalığına yakalanarak, iman vesikasını sağlam elde edememekten dolayı, kaybedildiği takdirde dünya saltanatı da verilse, onun yerini dolduramayacağı ebedî saadeti kaybetmektir. Bütün gayret ve heyecanımız, kaybedilince telafisi mümkün olmayan bu davayı kazanmak için olmalıdır. Bunun heyecanını yitirdiğimiz an, asıl kaybeden biz oluruz.
Selam ve dua ile.