Geçenlerde bir öğrenci ile olan sohbetini anlatan, ilgili ve rehberlik uzmanı bir kardeşimizi dinledim. Bir öğrenci arkadaşımız, sınıfındaki arkadaşlarının bir kısmının dine mesafeli olduğunu, bir kısmının ise, dinle ilgilenmediklerini yani boş vermişlik havası içinde olduklarını anlatmış. Peki neden böyle olmuşlar, bu havaya girmişler bunlar, sorusuna ise, birkaç yaklaşımla izah getirmeye çalışmış.
Din ile irtibatsız olanların birkısmının dikkat çekmek adına, yani ben ateistim veya başka bir istim diyerek, böylece dikkat çekmek; nasıl bir şeyse, kendinden söz ettirmek için, böyle davrandıklarını ve tutum içinde olduklarını aktarmış. Hani, adamın biri kendisi meşhur olsun diye camiye telvis etmiş ya, onun gibi bir şey. Kendinden rezil bir şekilde bahsedilse bile hoşuna gidiyor bazılarının. Ruh hastalığının başka bir çeşidi yani.
Bırak gençleri, yaşını başına almış, ideoloji uğruna inancını terk ettiği anlaşılan biri, en iyisi agnos (bilinmezci) olmak diye geçenlerde bir paylaşım yapmıştı. Ona, "Yani bir sanat var, fakat bu sanatın sanatkârının olup olmadığını bilemeyiz demek, nasıl bir fikir veya kanaat?" diye sormuştum. Cahili olduğu, cahili olduğunu da bilmediği birkaç tali hususu dile getirdi. Cevap verilince de asabileşiyor bunların birkısmı.
Yine bu bilinmezcilerden biriyle, yarım saati aşan bir telefon görüşmemiz olmuştu bir zamanlar. En azından, Kur'an hakikatlerinin farkında olan bizlere çok iş düştüğünü anladım bu sohbetten. Adam, sanat ve sanatçı kelimelerini daha yeni duyuyor gibi. Kendinin farkında olmadığı gibi, etrafına da ibret nazarıyla bakmaktan habersiz. Her şeyin bir kudret mucizesi olduğunu kabul ettirmek zor oldu ama normal bir insanın böyle bilinmezlik gibi akla ziyan saplantıların içinde olamayacağını anladı sonunda.
Gençlere dönersek, "Ben şöyleyim, ben böyleyim" gibi altı ve içi boş sıfatlarla anılmak, bazıları için belki cazip gelebilir ama şöyle çok az da olsa düşünen gençlerin böyle bir çıkmazı seçeceğini pek anlayamıyorum nedense. Yıllarca eğitimcilik yaptık, gençlerin içinde bulunduk ve bulunmaya da çalışıyoruz. Çeşitli tiplerle karşılaştık. En azından sırf fark edilmek adına böyle bir çıkmaza giren birkaç gencin, iyi niyetli, şefkatli ve tebessümlü yaklaşımla, ikna edici izahlarla sahil-i selamete çıkabileceğini gördük. Ama inkârını ideolojik saplantıya, hele ülkemizde olduğu gibi belli şahısların izmine bağlayanların ıslahı zor.
Bir de Batı görmüş, bundan da başı ve yönü Batıya doğru dönmüş, felsefenin, insanı hiçbir yere götüremeyen izahları ile sersemleşmiş bazıları var ki dinleyince hayret etmemek zor. İman hakikatlerinden habersiz genç, bu tipleri dinleyince, bunlarda bir keramet ve akla, kalbe gıda bir şey var zannediyor. Bir yazımızda kendinden bahsettiğimiz, ortaokul sıralarında nurlardan da haberdar olmuş, sonradan felsefeye yönelmiş, felsefe hocası Yasin Ceylan yüzünü Batıya dönmüşlerden biri mesela.
Şöhret ve gururun, enaniyet ve kibrin insanın idrakini kilitlediğini, vicdanını kararttığını ve gözüne perde çektiğini ispat eder tarzda ifadeler ve benzetmeler duyuyoruz Yasin Hoca ve benzerlerinden. Geçen dinliyorum mesela. "Daha önce yağmuru Allah ve melekler yağdırıyor zannederdik. Sonradan öğrendik ki su buharlaşıyor ve havada yoğunlaşıyor ve yağmur yağıyormuş. Bunun Allah'la, melek ile ilgisi yokmuş." diyor. Cehalete bakar mısınız? Yani bir düzen ve kanun var. Bu kanunun düzgün işleyişi sayesinde, okyanus kazanlarının Güneş ateşiyle ısındırılması sonucu, buharlaşan suyun ihtiyaca göre ve yine kimseyi incitmeden inerek hayata menşe olması şeklindeki düzeni kim kurdu, sorusunu sormuyor. Yani bir düzenin işleyişini öğrenmiş, bu işleyişi fâil zannediyor. Bunu, hadiselerin arkasına intikali daha gelişmemiş, hadiselere üstünkörü bakan bir çocuk anlatsa, makul karşılar ve geçeriz. Ama bir profesör anlatıyor. Alıcıları da kendi gibi kerli ferli insanlar. Gençler de var bunları dinleyen. Hâliyle aklı ve kalbi bu tip kirli ve eksik bilgilerle paslanan insanları uyandırmak zor.
Fakat şöhret ve enaniyet idraki kilitlese de bazı durumlarda kilit gevşeyebiliyor. Daha önce yazıştığımız, hem de ilahiyatta okumuş, sonrasında felsefe dehlizinin kavramlar bataklığında boğulduğunu yazdıklarından anladığımız bir arkadaş, geçenlerde ahirete intikal etti. Bu arkadaşın "Otantik (neyse artık) düşünceyi ilga edemezsiniz." cümlesini ve cümlenin devamında bir türlü çözemediğim "Sonuşmaz bir proses geçirmiş, transendent kentinum plenumu, denen şeye sakın tanrı demeyin" cümlesini okumuş ve kendisine "Allah, Kur'an'da kendisini isim ve sıfatlarları ile tarif etmiş. Böyle anlamsız şeylerle ömür tüketmeyin" demiştim. Gömüldüğü felsefenin kabirde beş para etmeyen kavram karanlığı, ışık olarak ona yetiyordu demek ki bu gürültüler karanlığında kalmıştı.
İşte bu arkadaşın cenazesinde, yukarıda kendinden nakiller yaptığım Profesör Yasin Ceylan bir ifade kullanmış. Diyor ki Ceylan "Daha dün birlikte olduğunuz bir insanın ölmüş cesedine baktığınızda, içinizden şöyle seslenmek istersiniz: Gelin dostlar! İşte, asıl mesele budur! Bu insan dün yaşıyordu, bugün öldü. Bu nedir? Bu dehşetli olayı açıklayabilen var mı? Lütfen bu meseleyi açıklamadan, anlamadan dağılmayalım."
Sayın Ceylan, dağılmayalım da bu cenazesini gördüğün, dünün munis, bugünün bir an evvel toprağa vermek istediğimiz insanı, bir hayat yaşadı. Önce bunu "Kim, niçin dünyaya gönderdi? Ona ve bize bu hayatı kim, niçin verdi" sualine cevap aramamız gerekmez miydi? Bu sualin cevabını vermeden, bilmeden, keşfetmeden bu dehşetli olay dediğiniz ölümü çözmemiz mümkün mü? Dünyanın manevî güneşi ve keşfiyatı olan hayatı çözmeden, ölümü nasıl çözeceksiniz?
Ya da aklın bir ürünü olan ve "cüz'i meselelerin teferruatında boğulan feylosofların" sözleri, bu hayat ve ölüm konusunda kaç para eder? Basit bir yüzüğü bulduğumuzda, hemen bunun sahibini sorarız da bu kıymetdâr cihazlarımız, cihandan değerli ruh ve pırlanta aklımızla bizim sahibimiz kim, sorusunu niçin sormayız? İşte hayatta bunları sormayan, kendi sahib ve mâlikini bilmeyen, ruhlar âleminden başlayıp gençlik ve ihtiyarlığa uğrayan hayatın sırrını çözemeyen insan, kabir ile başlayan ve berzah, haşir ve sırat ve ebed yolculuğunu çözebilir mi?
Değerli Yasin Ceylan Hocamıza önce küçük bir su parçasından açılan, kendi mucizeli hayatını, "her gelecek yakındır" sırrınca ister istemez karşılaşacağı kendi ölüm gerçeğini çözmesini ve bunun için de felsefenin karanlık dehlizlerinde değil, Kur'an'ın hayattâr ve şifadâr nazarına teslim olmasını bekliyoruz.
Nereden başlamıştık? Ölümün kısa süreli de olsa sarstığı, fakat bu hakikatlerden haberdâr biz de dahil çoğumuzu tam uyandıramadığı gaflet uykusundan, gençlerimiz daha fazla nasip alıyor maalesef. Ne gariptir ki gözlemlerimden gafletin yaşla da ilgisi olmadığını anladım. Yaşlılık gafletin sadece tezahürlerinin yönünü değiştirebiliyor. Nefis ise, gençlik ve müessiriyetini hiç kaybetmiyor. Şahıs, zaman ve kolladığı ana göre sadece yeni vaziyetler alıyor.
Rehber öğretmeninize, öğrencinin anlattıklarıyla bitirelim. Yine moda olsun, kendinden söz ettirirsin diye, çeşitli inkâr fırkalarına kayanların yanında, kolaycılar da var gençler içinde. İman ve itikat bir vücut, varlık, haramı terk ve hayatta istikamet istiyor; amel istiyor. Aksi ise, hep kolay olanı yani bunların terkini, bir hareket yapmamayı, nefsin her dediğine uyumayı istiyor. Bu da zahiren kolay olunca, buna meyil de kolay oluyor. Yani "zâhirî bir ağırlığı olan, fakat manasında tarif edilmez bir rahatlık ve hafiflik olan" bir yolu terk ediyor; "zâhirî (görünüşte) bir hiffet (hafiflik) ve yalancı bir rahatlık olan" yolunu seçiyor.
Evet dostlar, gençlerin inkâra kaymalarında önemli bir sebep daha var ki o da bizi ve ehl-i diyaneti ilgilendiriyor. O da küçük yaşlarda onlara yapılan baskı, hor ve küçümseyici davranış ve yapamayacakları yükleri onlara yüklemek, onlara tam muhatap alamamak, onların dünyalarına girememek, vaki suallerine ikna edici cevaplar verememek, neticede çocuk deyip geçmek ve aslında büyük olan ruhlarında, sonradan izleyecekleri güzel bir intiba bırakmamak yatıyor. Aman dikkat, elimizden kaymasınlar.
Selam ve dua ile.