Üstad Bediüzzaman Said Nursi'yi müteaddit defa ziyaret etmiş olan, rahmetli Muzaffer Arslan abi, Trabzon'a her geldiğinde bizi arar ve sorardı. Hatta son geldiğinde, cumartesi dersini bize yaptırmış; ders biraz izahlı ve uzun olunca da "Habib kardeşe dokunmayınız, nurların dışına çıkmıyor" deyivermişti.
Muzaffer abinin mutad olan bir uygulaması vardı ki 5. Şua'nın baş tarafındaki, yine 5. Şua için ifade edilen, "Bu zamanda akîde-i avam-ı mü'minini vikaye ve şüpehattan muhafaza için yazılmış" notunun gereğini yapar, bu Şua'dan sıkça bahis açardı. Öyle ya insanların imanî akidelerini güçlendirmek önemliydi.
Fakat malûm Beşinci Şua, Beş Noktalı Mukaddimesi, yine Yirmi Meseleli İkinci Makamı ve bu makama tamamlayıcı olarak yazılan Üç Meselesi ile, akîde dediğimiz iman esasları ile ilgili değil. İlgili değilse, üstad bu risalenin başına, bu notu niçin düşmüştü o zaman?
Beşinci Şua, Muhammed Suresinin, "Onlar (yola gelmek için) kıyamet vaktinin ansızın gelivermesini mi bekliyorlar? Halbuki onun alâmetleri geldi. O, gelip çatınca akıllarını başlarına devşirmeleri neye yarar?" mealindeki 18. Âyetinin bir nüktesi olarak, üstadın önce gençlik döneminde kısaca, daha sonra da bir dostunun hatırı için yeniden, ilaveleriyle uzunca yazdığı bir risale.
Ahirzaman hadiseleri insan eceli gibi, çok hikmetlerle gizli bırakılmış kıyametin zuhuruna yakın belireceği için, zamanla anlaşılabilecek hususlardı. Onun için üstad, Ali İmran Suresinin, müteşabih âyetlerin kimler tarafından te'vil ve izah edileceğini haber veren, "Onun tevilini Allah'tan başkası bilmez. Bir de ilimde yüksek payeye erişenler (Rüsûh peyda edenler) bilir. Derler ki O'na inandık, hepsi Rabbimiz katındadır" mealindeki 7. Âyetinin ışığında ve büyük bir vukûfiyetle âyet ve hadislerle haber verilen ahir zaman hadiselerinin te'vil ve izahını yapıyor Beşinci Şua'da.
İşte, bu ahirzamandan haber veren âyet ve hadislerin çoğu, imtihan sırrı gereği müteşabih (manası tam açık değil, mecazî, zamanla anlaşılabilecek şekilde) olduğundan, bunları okuyan, anlayamayan ve bunları aklına ters görüp de İslam'dan şüpheye düşebilecek olanlar da olabiliyor ki zamanımızda bunların vaki olduğunu görüyoruz. Üstad da bunu dikkate alarak, bu konudaki rivayetlere nasıl yaklaşılması gerektiğini anlattıktan sonra, meşhur rivayetlerin zamanla anlaşılan manalarını veya nasıl anlaşılmaları gerektiğini izah ediyor. Bu konudaki rivayetlere karşı tereddütleri ortadan kaldırmaya çalışıyor. Onlara şüphe ile olan yaklaşımları izale ediyor ve imanları takviye ediyor.
Asıl mevzumuza yeni geldik. Üstad hayatının her döneminde, hangi ağır ve menfi şart olursa olsun, Yusuf Suresinin, "Allah'ın rahmetinden ancak kâfirler ümit keser" mealindeki 87. Âyetinin mucibince, İslam'ın parlak geleceğinden hiç ümidini kesmiyor. Hem de bu mânâyı takviye edici bazı gelişmeler olacağını, bu yüksek umut adına, âyet ve hadislerin haberleri ışığı altında, keskin ferasetiyle ve rüsûh ilmiyle veya aksi muhal, sadık vakalarla keşfedip müjdeliyor.
Bu yazıyı yazmaya, "Said Nursi, birtakım hayallerden bahsediyor, yıllarımız hayal peşinde koşmakla heba oldu" mealinde bir paylaşım ve bu paylaşıma yapılan bazı hadsiz, kısır ve ümitsizlik dolu yorumlar sebep oldu. Daha önce de bir "akıl fikir sahibi" şaşkın, "Said Nursi'nin her haber verdiği müjde gerçekleşecek mi yani? Bunu nereden biliyorsunuz?" mealinde seri yazılar yazmıştı. Ona da cevaplar vermeye çalışmıştık.
Evvelâ, her müstakim Müslüman gibi, Said Nursi de Kur'an ve hadîs süzgecinden geçirerek, belki ilimdeki payesi sayesinde, müşevveş görünen eşyanın ve olayların arkasındaki kaderin ince sırlarının mânâlarını da sezip okuyarak, bir Ehl-i Sünnet âlimi ve hatta Ehl-i Sünnetin bir kalesi olarak, daima ümitli olmuş ve geçen asrın başlarında irad ettiği Şam Hutbesinde de "İstikbal, yalnız ve yalnız İslamiyetin olacak" müjdesinden sonra, "Şimdi kader-i İlâhî ve kısmetimize razı olmalıyız ki bize parlak bir İstikbal, ecnebilere müşevveş bir mazî düşmüş" beyanında bulunmuş; bunun böyle olacağının maddî ve manevî sebeplerini de sıralamıştı.
Ama bunun tahakkukunu da, "Eğer biz ahlâk-ı İslamiyenin ve hakâik-i imaniyenin kemalâtını ef'alimizle gösterme..." şartına bağlamıştı. "Bütün hükümlerini akla tespit ettiren Kur'an'ı ve Kur'an'dan çıkan İslamiyet'i" bekleyen parlak İstikbal "içeride Asya münafıkları, dışarıda Avrupa kâfirleri veya onları körü körüne mukallidleri" tarafından çeşitli vasıtalarla engellense de biraz gecikmeli olarak mutlaka tahakkuk edecektir. Çünkü istikbalde akıl, fen ve ilim hükmedecektir. Aklın, ilmin ve fennin hükmedeceği bir zeminde İslam'dan başka bir hakikatin barınamayacağı konusunda Said Nursi nettir. Bu da Avrupa'nın hamile olduğu İslâmî bir devletin doğmasının asıl sebebidir.
"Hristiyanlığın malı olmayan medeniyeti ona mal etmek, İslamiyetin düşmanı olan tedenniyi (gerilemeyi) ona dost göstermek de feleğin ters dönmesinin delilidir" cümlesi de Asya münafıklarının bir cerbezesi olarak, İslâm'ın dünyanın afakını sarmasına engel olmuştur.
Bu fakire göre, üstadın İslâm âlemi için parlak bir geleceği müjdelemesinin arkasında, Saff Suresinin "Allah, kâfirler istemese de nurunu tamamlayacaktır" mealindeki 9. ayetinde geçen va'd-i İlâhi yatmaktadır. Yani bu müjde, bu dinin va'az edicisinin va'dinin bir kalbte kendini gösteren heyecanlı beklentisi ve yansımasıdır.
Merhum şairimizin:
"Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne bela,
Hani, tauna da züldür bu rezil istilâ" diye tavsif ettiği alçaklıklar, bir küçük kara parçası ve bir avuç insanı imha için, sanki, "En kesif orduların yükleniyor dördü beşi" şeklinde şimdi icra ediliyor Filistinli kardeşlerimizin üzerinde.
Elbette böyle müşevveş, bu ve emsali yüzlerce lekelerle lekedâr, yüz kızartıcı mazilerine yine yeni ve daha alçakça halkalar eklemiş oluyorlar, bu şekilde. Karanlık gecelerinin sabahı yakındır ve doğacak sabah, daha parlak olacaktır. Bunda şüphe yoktur. "Zaman hatt-ı müstakim üzerine (düz bir çizgi üzerine) hareket etmiyor ki. Rahmet-i İlâhiye yaz içinde kışı yarattığı gibi, kış içinde yazı yaratması da vakidir ve kuvvetle umulur."
Üstadın Rus polisi ile olan konuşmasının zamanı, şartları ve İslam âleminin hâline baktığımızda da bunu görürüz. Üstadın "Medresimi yapacağım" dediği aynı yerde, medrese otuz yıldır hizmet veriyor. Aynı konuşmada, esaretteki bir sürü İslâm ülkesinin de bundan kurtulacağının ifade edilmesi de ayrı bir müjdedir. Bir asırdan daha önce geçen, yine aynı konuşmada takallüs edeceğini (daralıp, büzüşeceğini) haber verdiği rejim, daralmış, hükmünü bitirmiş ve işe yaramaz hâle gelmiştir. Rusya'nın Avrupa ve İslâm âleminde uyguladığı vahşeti bir hatırlayın ve hazin sonu ile mukayese edin. Aynı akıbet, dünkü ve bugünkü emsalsiz zulmü yapanları ve onun destekçilerini de bekliyor. Bütün demir yığınlarını denedikleri Afganistan'da bir netice alamadıkları gibi, şimdiki bu sefil ve iğrenç hâllerini, istikbalde kendi yüzlerine tükürerek anacaklardır.
İnsanlık tarihinde bir gün ile ifade edilen dilim, belki bir yıldır. Üstadın 1911'de yıkılacak dediği rejim, 1991'de çökmüştü. Belki şer telâkki ettiğimiz şimdiki bu tarifsiz ve ciğer-suz hadiseler ittihad-ı İslâm'ı aceleleştirecek, Asya münafıklarının deşifre olmasına da vesile olacaktır. Hazret-i Ali (ra) ile başlayan menfi hadiseler de zaten münafıkların ve Yahudilerin işbirliği ile İslam'a darbe için planlanmış ve sinsice sahneye konulmuştu. Tarihte hiçbir İslâm ülkesi ile yan yana gelmemiş, devamlı onlarla harp etmiş İran'a ve BM'de çekimser kalan bu ülkenin güdümündeki Irak'a dikkat lazımdır. Sinema şeridi hızında gelişen hadiseler ve sıkıntılar büyük bir müjdeli doğumun ön sancıları olmasını rahmet-i İlâhiyeden ümit ediyoruz ve bekliyoruz.
Evet dostlar, bu mübarek Anadolu topraklarında, bir asır önce, Kur'an etrafındaki surlar kırılmış; maneviyat adına bütün izler yok edilmeye çalışılmıştı. Böyle en ağır şartlarda bile üstad ümidini yitirmeden, "Küfrün beli kırılmıştır" haberini ve "Bu eserleri dünya okuyacaktır" müjdesini vermişti. Bugün elliden fazla dile çevrilen Nurlar, sadece "Bir sanat, sanatkârsız olmaz, olamaz. Dünya varsa, katiyyen ahiret de vardır" parolası ile küfre kalkamayacağı darbeler indirmiştir. Küfrü, çıkılmaz yerlere sevk etmiştir. Allah'ın izniyle, insan fıtratını yırtan ve yıkan fikirler milletin manevi kametine uymayan elbiseler de bir kenara atılma zamanını beklemektedir. Burada bizlere düşen ve bizi özürsüz bırakan en önemli farz vazife kendimizi nemelazımcılıktan kurtarmak, iman hakikatlerinin lâbisi ve mübelliği olmak, İttihat ve uhuvvetin tahakkukuna çalışarak, küffârın her türlü maddî ve manevî ve muzaffatına boykotajla, harb-i iktisadi ve manevî başlatmaktır. Bunda rehavet, pahalıya patlıyor sonra çünkü.
Selam ve dua ile.