1977'nin yaz aylarının başlarıydı. Liseyi yeni bitirmiştim. Hem üniversite sınavına kısa bir müddet hazırlanmak hem de dershanede kalmak için, Rize'den direkt Erzurum'a gelmiştik. Gez Mahallesi'nde Kuşkay Apartmanı 11. Numarada kalıyorduk. Tıp fakültesi öğrencilerinden Cenap Özkara, Orhan Baykan, Rauf abi (soyadını hatırlamıyorum); yine diş hekimliğinden Metin Yıldırım ve bazı arkadaşlarla beraber kalıyor, hem ders çalışıyor hem de yoğun okumalar yapıyorduk. Özellikle Cenap Âbiye sorular sorardık. "Hikmet Pırıltıları" da yeni çıkmıştı. Cenap Âbi, önce sorunun cevabını Hikmet Pırıltılarında bulmaya çalışırdı. Bulamayınca, Kırkıncı Hocamıza birlikte sorardık. Nurları okuma şevkimiz, varsa eğer bir mesafemiz, temelini o yıllara borçluyuz, diyebilirim. Ayrıca köye vardığımızda, (Şenkaya- Turnalı köyü) köy işlerinden arta kalan zamanlarımızda da yoğun okumalarımız olurdu. Yorgun argın okurduk, fakat çok feyizdâr olurdu.
Bunları niye anlatıyorum? Bilenler bilir, Kuşkay Apartmanın karşısında biraz da tarihî yönü olan bir cami var. Kırkıncı Hoca da bazen cumaları bu camide kılardı. O yıllarda, o camide görev yapan imam efendi hutbede geçen "İttekullahe ve âtiû" (Allah'tan korkun ve O'na itaat edin) kısmını biraz da cemaati hoplatırcasına yüksek sesle okurdu. O zaman, bu kısmın mânasını bilmez hem de imamı biraz garipserdim. Sonra bu mübarek kelimelerin, Allah'tan korkun ve O'na itaat edin, mânasında olduğunu öğrenince, imam efendiye hak vermeye başladım. Ayrıca hutbenin asıl amacının mü'minlere "ahkâm-ı kutsiyeyi hatırlatıp İslamiyet damarını ve iman hissini tahrik etmek" olduğunu daha iyi kavradım. Öyle ya özellikle böyle farzların ihmale uğradığı bir asırda ilk ihtar, Allah'ın varlığı ve O'na itaatin zarûretini hatırlatmak olmalı değil midir? İmam efendi de bu iki kelimeyi okurken olağanüstü bir sesle cemaate seslenerek hem kavlen hem de hâl lisaniyle bir önemli ders vermeye çalışırdı. Dinlediğimiz çoğu hutbelerde silik ve soluk bir sesle okunan bu "ittekullah" tembihini her dinlediğimde, Erzurum'daki bu camiyi ve kulaklarımızı çınlatan o tok ses hatırıma gelir.
"Allah'tan korkun ve O'na itaat edin!" Ne muazzam bir tembih. Allah'tan korkun, hadsiz minnetlerden ve korkulardan kurtulun. Yani minnet ve teşekkürünüz sadece O'na olsun. Çünkü her şey O'nun emri ve iradesi, havl ve kuvvetiyle hallolur.
Hem "Cenab-ı Hakkı bulan, neyi kaybeder? O'nu kaybeden neyi kazanır?" O'nu kaybedip kazanan olur mu hiç? Şimdiye kadar olduğunu gören bilen var mı? Kimi hazin kimi rezil şekilde, geçici mekânları olan dünyayı terk edip gittiler hepsi.
Âyetin ifadesi ile "Bırak onları! Yesinler, eğlensinler, boş ümit oyalasın onları; yakında bilecekler." Hicr Suresinin 3. Âyetinde dünyayı oyun ve eğlence yeri görenleri, böyle tarif ediyor Rabbimiz.
Evet âyetin hususun "Yesinler, eğlensinler!" kısmı, ne kadar da ehl-i dünyaya tam işaret ediyor değil mi? Kur'an okumalarımızda Hicr Suresinin 3. Âyeti ve devamındaki "Onlara gökten bir kapı açsak, oradan yukarı çıksalar (göğe yükselseler) yine de herhalde gözlerimiz perdelendi, hatta bize büyü yapılmış olmalı." derler. mealindeki 14.ve 15. Âyetleri, bir haftadır mütalaa ettiğim, düşünmekten kendimi alamadığım üç âyet.Nereye başlasam, bu âyetler yakamı bırakmadı, beni alıp ve tekraren kendilerini okutturdular. Ya da ben bu âyetlerden bir türlü kopamıyorum.
"Yesinler, eğlensinler!" kısmından bir hissemiz mi var, diye düşünmeye başladım doğrusu. Bu vesileyle, nefsimi, ahvalimi, şimşek gibi geçen saat ve saniyelerimi, yıllarımı gözden geçirmeye çalışıyorum. Ne kadar da "zâilat-ı fâniyeye ihtimam ve bâkiyat-ı daimeden" tegafül ettiğimiz günler, özür dilerim, 'an'lar geçirmişiz meğer.
Günler deyip geçmeyelim. Hatta saniyelerin hesabını yapalım. Saniyelerimizi geçici şeylere mi sarfettik hep. Yoksa Bâki-i Hakiki'nin yolunda, ebed âlemine mi gönderdik. Çünkü ahirette değer kaybı yok. Senin saniyenin ahiretteki karşılığı ebedi. Yani değerini kaybetmiyor. Her saniyenin karşılığını, ebedî olarak görüyorsun. Günahta da sevapta da bu böyle. Amelin değer katsayısı da niyet elbette. Yani ihlas. Boşuna "Medar-ı necat ve halas yalnız ihlastır ve ihlas'ı kazanmak çok mühimdir." denilmiyor elbette.İhlası kazanmak mühim ama bunu bir ömür boyu sürdürebilmek daha mühim. İhlası elde etmek, bir kulenin tepesinde bulunmak gibi olduğundan, onun muhafazası da o nispette zor oluyor.
Medihe, övülmeye düşkün nefis, amellerimizi hepten yakmasa da onların derecesini düşürüyor bazen maalesef. Bizimle kabre girecek olanlar, işte bu büyük bir dikkatle medih ve teveccühten kurtarabildiklerimiz olacak. Hani, Keşfü'l Hafa'da geçen meşhur, sırasıyla "İnsanlar, âlimler, amiller kaybetti.Ancak ihlaslılar kurtuldu." hadisi var. Ama hadisin hemen devamındaki "Onlar (ihlası elde edenler) büyük bir tehlike ile karşı karşıya." kısmı daha da önemli bu fakire göre.
Burada aklıma Mevlana Celalettin'den alınan Altıncı Mektuptaki Elest Bezminde Allah'a verilen "bela" cevabının ne anlama geldiğini anlatan "Bela'nın sırrının ne olduğunu bilir misin, o Allah'a karşı fakrını hissetmenin, Allah'a dayanmadıkça hiçliğini bilmenin yollarıdır." mealindeki cümle geldi.İhlasın çok tanımlarından biri de her şeyi Allah'tan bilip hiçliğini anlamak olduğunu düşünürsek, ihlasın İslamiyette nasıl bir esas olduğunu da görmüş ve anlamış oluruz.
Biz yine Hicr Suresinin âyetlerine dönelim. Âyette Cenab-ı Allah, hayatı yiyip içme ve eğlenme yeri olarak görenleri boş bir umutun da onları oyaladığını bize bildiriyor. Ne ola ki bu boş ümit? Ölümden sonra, yok olma ümidi olabilir mi? Çünkü dip dalga bir mühendis, nasıl olsa yok olacağım, onun için rahatım, demişt bana. Yok olacağını garanti görüyor yani. Nasıl bir nazarı varsa, ebedî aleme de bakıyor arkadaş.
Seni bu arz gemisine bindirip senin hatırına yeryüzünü her mevsim sofralarla donatan ve masraflar yapan Zât, seni zulüm ve isyanınla başıboş bırakır mı? Yani bu âlemi neticesiz yapıp binler hikmetini hiçe indirir mi? Bir başkası da uzun yazışmalarımızdan sonra, çaresiz şekilde "Hocam sizi tanıyorum. Bütün nurcular böylesiniz. Şimdi Allah'ı tasdik etsem, Allah'ın bir de peygamberi, peygamberin de bir kitabı, kitabın da bize bildirdiği emirleri vardır." diyeceksiniz. Onun için, senin "Önce bir Allah'ı tasdik et." çağrına ve oyununa gelmem." demişti.
Demek onu boş bir ümit'e götüren husus, düşünüp taşınıp "Bu din hak değildir." diyerek vardığı bir hüküm değil. Ya nedir? İnsana ahireti unutturan, dünyanın hevesle nefise bakan cihetlerindeki arzulara kendini kaptırması ve boş şeylere bel bağlaması. Başka hem de yaşlı arkadaş ise, sözünün ve ışığının kabrin ötesine geçmediği fen ve felsefeye bel bağlayıp onlarla kendini teselli ediyordu.
"Rıza-ı İlâhî, iltifat-ı Rahmani ve kabul-ü Rabbanî" gibi hakiki makamlardan ziyade, bol unvanın getirdiği geçici teveccühlere güvenen, bunlar gibi boş umutlara kendini kaptıran ve inadî bir küfür içinde gaflete dalanlar ise, yine Hicr Suresinin 14. âyetinde buyurulduğu gibi "Gökten bir kapı açılıp göğe yükselseler, hakikat onlara gösterilse" bile, bunu bir büyü ya da başka bir şeye bağlayıp inatlarında devam edecekler.
23.Söz'de "Bir adam bir hizmetkârına on altın... ikincisine de bin altın verir. Bir pusula içinde bazı şeyler yazılı o hizmetkârın cebine koyar, bir pazara gönderir." cümlesi ile başlayan kısmı, tam da âyetin bu "Yesinler, eğlensinler." kısmını parlak ve emsalsiz bir şekilde anlatıyor.
Hayvanat kendisine verilen on altınlık kabiliyet ve cihazat sermayesiyle bile yiyip içip yatmıyor. Onlara verilen görevleri aksatmadan, itiraz etmeden yapıyor. Bin altınlik ağız, dil, göz, akıl, ruh gibi cihazatıyla insan ise, asıl vazifesinin ne olduğunu bu değerli cihazları sarf edeceği yerleri cebine konulan pusulaya değil de diğer hizmetçi, on altınlık hayvanata bakarak belirlerse, yani sadece yiyip içip eğlenirse, hem kendisi hem de ona hizmet eden kâinatı neticesiz bırakmış olmaz mı?
Evet dostlar, aslında "kabirden daha dar, köprüden daha müsaadesiz dünyamız" gaflet ve vehm ü hayalimizle genişlemiş, bizi kalp ve ruhun geniş ve rahat hayatından indirerek sadece cismanî ve hayvanî hayata hapsetmiş. Daha kötüsü ise, bazılarına asıl hayatın bu cismanî ve hayvanî hayat olduğuna inandırmış. Önemli olan ise, böyle inanmamak değil, öyle yaşamamak değil midir?
Selam ve dua ile.