Bismillahirrahmanirrahim
Cenab-ı Hak (c.c), Kehf Sûresi 32-44. ayetlerinde meâlen şöyle buyuruyor
32 . (Habîbim, yâ Muhammed!) Onlara iki adamı da misâl getir ki, bunlardan birine iki üzüm bağı verip, (o bahçelerin) ikisinin de etrâfını hurmalıklarla çevirmiş ve aralarında bir ekinlik yapmıştık.
33 . Her iki bağ da yemişlerini vermiş ve ondan hiçbirini eksik bırakmamıştı; ikisinin (o iki bahçenin) arasından bir de ırmak akıtmıştık.
34 . Bunun (o bağ sâhibinin başka) geliri de vardı. Bundan dolayı arkadaşıyla konuşurken ona: “Ben malca senden daha zenginim; nüfusça da daha i‘tibarlıyım” dedi.
35 . Böylece (kibirle) nefsine zulmedici olarak bağına girdi. “Bunun (bu bağın) ebedî olarak helâk olacağını sanmıyorum” dedi. (*)
36 . “Kıyâmetin gerçekleşecek bir şey olduğunu da sanmıyorum; bununla berâber, eğer gerçekten Rabbime döndürülürsem, elbette (orada da) bundan daha hayırlı bir dönüş yeri (bir âkıbet) bulurum.” (dedi).
37 . Kendisiyle konuşmakta iken arkadaşı ona dedi ki: “Seni (aslen) bir topraktan, sonra bir nutfeden (hakir bir damla sudan süzülmüş hulâsadan) yaratan, sonra da seni bir adam sûretine koyanı inkâr mı ettin?”
38 . “Fakat O, benim Rabbim olan Allah’dır ve Rabbime hiçbir kimseyi ortak koşmam!”
39 . “Bağına girdiğin zaman: ‘Mâşâallah! Kuvvet ancak Allah’(ın yardımı) iledir!’ demen gerekmez miydi? Her ne kadar beni malca ve evlâdca kendinden daha az görsen de!”
40 . “Bununla berâber, olur ki Rabbim bana, senin bağından daha hayırlısını verir ve onun (senin bahçenin) üzerine gökten bir âfet gönderir de (o bağın, ot bitmeyen) kupkuru bir toprak hâline geliverir!”
41 . “Yâhut suyu çekilerek yok olur da bir daha onu aramaya aslâ güç yetiremezsin!”
42 . Derken (bütün) geliri (helâk ile) kuşatıldı; bunun üzerine oraya harcadıklarına karşı (yanarak) avuçlarını ovuşturmaya başladı; artık orası çardakları üzerine çökmüş bulunan (harâb olmuş) bir hâlde idi ve (o): “Keşke Rabbime kimseyi ortak koşmasaydım!” diyordu.
43 . Allah’dan başka ona yardım edecek adamları da yoktu; kendi kendini kurtarıcı da değildi.
44 . İşte orada (kıyâmet gününde) yardım, ancak hak olan Allah’a mahsustur. (Mü’minlere) sevabca en hayırlı, âkıbetce de en hayırlı olan (ve kullarını en güzel ni‘metlere kavuşturan) O’dur.
(*) “Ey fahra meftun (övünmeye düşkün), şöhrete mübtelâ (tutkun), medhe düşkün, hodbinlikte bîhemtâ (nefsini düşünmekte eşsiz) sersem nefsim! Eğer binler meyve veren incirin menşei (kaynağı) olan küçücük bir çekirdeği ve yüz salkım ona takılan üzümün siyah kurucuk çubuğu; bütün o meyveleri, o salkımları kendi hünerleri olduğu ve onlardan istifâde edenler o çubuğa, o çekirdeğe medih ve hürmet etmek lâzım olduğu hak bir da‘vâ ise, senin dahi sana yüklenen ni‘metler için fahra, gurûra belki bir hakkın var.
Hâlbuki sen, dâim zemme (kötülenmeye) müstehaksın. Zîrâ o çekirdek ve o çubuk gibi değilsin. Senin bir cüz’-i ihtiyârın (cüz’î seçim hakkın) bulunmakla, o ni‘metlerin kıymetlerini fahrın ile tenkîs ediyorsun (noksanlaştırıyorsun). Gurûrunla tahrîb ediyorsun ve küfrânınla (nankörlüğünle) ibtâl ediyorsun ve temellükle (sâhib çıkmakla) gasb ediyorsun. Senin vazîfen fahr değil, şükürdür. Sana lâyık olan şöhret değil, tevâzû‘dur (alçakgönüllülüktür), hacâlettir (utanmaktır). Senin hakkın medih (övünmek) değil istiğfardır (bağışlanmayı dilemektir), nedâmettir (pişmanlıktır).” (Sözler, 18. Söz, 87)